her sabah olduğu gibi, şişman mike, labrador cinsi köpeğini dolaştırmaya çıkmıştı. hava puslu, kaldırımdaki ıslaklık, doğan güneşle birlikte buharlaşmaya başlamış ve insanı boğan bir rutubete sebep oluyordu. “uff!” dedi tişörtünün yaka lastiğini esneterek “ne kadar da sıcak!”, ve soğuk hava deposundaki işi için tanrıya şükretti.
balık o gün boldu. kutulama ve bunları şok odasına taşıma işlemi bayağı zaman alacağa benziyordu. vakit hayli geç olmasına rağmen iki arkadaşıyla birlikte kutuları aralarında paylaşıp depoya yerleştirmeye başladılar.
mike, şişman, aynı zamanda kuvvetli biriydi. herbiri 50 poundluk 2 kutuyu rahatlıkla kucaklayıp 100 feet ilerideki deponun en dip raflarına götürürdü. zaten hep, en dipte ve en öndeki raflarda boşluklar kalırdı. tembel olanlar kutuları en öne özensizce istiflerler, bu kadar göze batmasını istemeyenler, orta bölümlere yerleştirirdi. mike'ın aksine, tembel ve özensiz arkadaşları çabucak kutuların taşınmasını bitirdiler ve en sevdikleri dizi “ trigger: suç dosyası” dizisini seyretmeye bir blok arkadaki güvenlik kulübesine gittiler.
işini bitirip bir an önce arkadaşlarının yanına gitmek ve onlarla 1-2 duble jack içtikten sonra evine dönmek isteyen mike, sona kalan 6 kutunun 3'ünü birden kucakladı. içinden “ eskisi gibi değilsin artık oğlum!” dedi. yüzüne yapışmış son kutu onu sol tarafa bakmaya zorluyordu. deponun girişindeki termometreye gayri ihtiyari gözü ilişti. dijital termometrede –37 f yanıyordu. arkadaşlarıyla buraya “soğuk cehennem” derlerdi. mike, son kalan 6 paketi taşımadan önce zaman kaybetmemek için, kutup montunu ve eldivenlerini çıkartmıştı. diğerleri de hep böyle yapardı. “ hadi mikey! koy şunları ve defol çık buradan yoksa .ıçın donacak” diye düşünürken, ihmalkar terry hodges'ın düşürdüğü bir koliden akmış kaygan sıvıya bastı. ve ayakları koca gövdesini yerle paralel hale getirecek şekilde havalandı.
ne kadar baygın kaldığını hatırlamıyordu. ama uzun olmasa gerekti. saçları arkadan bağlı ve gırtlağına kadar uzanan bıyıklarıyla bir harley sürücüsünü andıran şefi felix hetfield “burada yarım saat kalan öbür tarafın ışıklarını burnunun dibinde görür dostum!” demişti. eli, şu anda rock konserinin en hızlı davul solosunu yapan kafasına gitti. oradan yere doğru ilerlemiş ıslaklığın kan olduğuna hükmetti. bundan emin değildi, çünkü bu akan şey soğuktu. hatta yerle temas eden kısmındaki çıtırtıları duyduğunda, bunu, çocukken çok sevdiği “ıce-slush” a benzetti. kendini toparlayıp doğrulmak istediğinde, uzun süre kapının açık kalması neticesinde devreye giren otomatik kilit sisteminin ikaz sesleri ve pistonların kapıyı kapatışı beynindeki zonklamayı bastırdı. ve “klik!”. üşüdüğünü ve hatta soğuktan kollarının acıdığını ilk kez o anda hissetti. ayağa kalkmaktan çok uzanmak ve derin bir uyku çekmek istediğini sandı. göz kapakları üzerinde tonlarca ağırlık bu sanrıyı kuvvetlendiriyordu.
son bir hamleyle sabahki tişörtünün yaka lastiğini ağzına doğru çekti. cılız nefesindeki su buharıyla ısınmak ister gibiydi. ışıklar daha parlaklaşmıştı sanki, “ne kadar soğuk!” dedi. ve soğuk hava deposundaki işi için tanrıya lanet etti.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?