black swan

orqn
bir natalie portman filmdir.

evet filmin bir senaristi, bir yönetmeni ve başka oyuncuları falan da var ama bana göre bir filmde natalie varsa o film natalie’ nin filmdir.

film çok çok güzel değil. daha yarısına gelmeden sonunu kestirebiliyorsunuz. ama çok çok kötü de değil. sıkılmadan izlenebiliyor.
tasarimharikasi
ben bir winona ryder hastasıyım. herkes natalie’yi övedursun -ki oyunculuğunu mükemmel bulduğumu belirteyim hemen- ben winona yengenizin filmdeki az ama öz saykodelik delişmenliklerine hastayım, tavım.

bu film benim yaşantımda da bir kilometre taşıdır, natalie portman evlenmiş çoluk çocuk avutacak yaşa gelmiş bense onun tüm filmografisiyle kendisine yol arkadaşlığı yapmış biri olarak black swanı da izleme onuruna ve şansına erişmiş bir gencim. ne mutlu bana, bize... hepimize!
goshenit
aronofsky böyle görsel oyunları çok seviyor. genel olarak iyiydi. ama ne olursa olsun requiem for a dream kadar etkileyici değildi. natalie her zaman ki gibi başarılıydı lakin bir an filmin içine dalıp kaşlarına bant yapıştıracaktım. tam ünzile modundaydı. winona, ah winona! nasıl bir hatundu o yahu? burdan saygılarımı iletiyorum kendilerine. ayrıca unutmadan soundtracklerde gayet başarılıydı.

not: vincent cassel ’ı unuttum sanmayın. adam bakışıyla öttürüyor azizim.
melaike
natalie portmanın aldığı oscarı sonuna kadar hak ettiği harika bir psikolojik dram.kesinlikle izlenilmesi gereken bir film olduğunu düşünüyorum.bir insanın içindeki hırs ile mücadelesi iyi kötü kavramlarının metaforik anlatımı çok güzel ifade edilmiş.natalie portman ın yüz ifadesi gözlerindeki o masumiyet mina kuris in şuh gülümsemesi , cassel in baştan çıkarıcı fransızcaya kayan ingilizcesi ve ryder ın çaresiz profili sanırım izlemek için yeterli nedenler...gerisi klasik müziğin gizemiyle yoğunlaşıp sizi de en derininizde sakladığınız siyah kuğunuza götürüyor.
nickten yana sansim yok
spoiler var lan burda!

çok enteresan bir film. şimdi bu filmdeki bütün etkileyici unsurları; ünlü oyuncuları, müzikleri ve sair şeyleri attığımızda karşımıza apaçık bir şekilde -türk sinemasına uyarlarsak- bir demirkubuz, nbc veya kaplanoğlu filmi ortaya çıkıyor. zira filmin anlatımı tamamen imgeler üzerinden gidiyor. arada müzik kutusundaki balerinin kırık hâli olsun, nina’nın lilly’i öldürmesi vs. olsun bunlar tamamen birer imge ve bize bir şeyler anlatmaya çalışmış şair. nina’nın, rolünde kusursuz olabilmesi için bazı şeyleri gerçekmişçesine yaşaması gerekiyordu. bunun için de senaristler nina’nın psikolojik rahatsızlığını kullanmış. artık borderline mı deniyor şizofreni mi deniyor her neyse... nina, kusursuz olabilmek için, en üste çıkabilmek için rakiplerini değil kendini öldürdü. hatırladığım kadarıyla (daha 10 dk. oldu halbuki film biteli) oyun 3 perdeden oluşuyordu ve provalarda oyunun yönetmeni her perdede nina’nın hangi psikolojide olması gerektiğini söylüyordu. asıl oyun gelip çattığında nina kusursuz olabilmek için, her perde öncesinde rolüne hazırlandı, yani o duyguyu yaşadı. rakibini öldürdü vs. gönül isterdi ki her sahneyi tek tek yazayım ama... saate baksana lan bi. bi ara belki yazarım bilmiyorum keyfime bağlı. hıh. ehehe.

hülâsaten güzel bir gişe filmi-sanat filmi karışımı bir film olmuş.

lan o değil de tekrar okudum bi, nası cümleler kurmuşum öyle. tekrar bi okuyayım dedim ben bile anlatmak istediğimi cümlelerden anlamaya çalışırken anlayamadım. o derece. düzeltesim de yok. hava sıcak hava hava.
elifielifine
mükemmeliyetçilik; kusurlu eksiklik, bazen en zayıf noktanız ve faşizm de trenlerin tam vaktinde kalktığı bir ideoloji. her şey planlı, programlı ve kusursuz. hayat, mükemmel değilken mükemmeliyetçi tavırda onu kusursuzca inşa etmeye çalışmak hatta mükemmel bir yerde inmeyi isterken mükemmel bir şekilde düşmek. günümüz dünyasında kusursuz hiçbir şey yok, “estetize edilmiş yaşam” var. her şeyin bir zayıf noktası olduğu gibi faşizmin kaynağına giden yol estetize etmekten geçiyor. sevgilinizi estetize edersiniz; hayatınızı, işinizi ve en önemlisi kendinizi… her gün yeni bir kat boya geçersiniz üzerinizden ki üzerinize, beyninize ve kalbinize açtığınız yaralar gözükmesin. mükemmeliyet peşinde koşarken de hep eksik kalır, yarım bıraktığınız insanlar, mutluluklar, işler, tabağınızdaki yemeğiniz ve yarım bıraktığınız kendiniz.
mükemmeliyetçilik, kişiyi örseleyen yegâne kusurlardan biri olabilir, yarım bırakır gidersiniz; ne gerek vardır, mükemmel olmayacaktır nasılsa. tam formuna kavuşmamış bütün “şey”ler, kusursuz bir pazarlamayla kusursuz gözükebilirler, peki bir “prestige” özlü sözüyle dile gelirsek dikkatli bakıyor musunuz?

-----------------------------spoiler----------------------------:mükemmel iş, aşk, hayat nedir; kime göredir… annenize, babanıza, çevrenize ya da size göre mi? gerçekten istenen bu mudur? kurulduğunuzda bir kutunun içinde kusursuzca dönmek… aşırı kurduğunuzda müzik artık iyi eskisi gibi çıkmayacak, balerin de yavaş yavaş dönecektir ve bir gün bir bakmışsınız hatta eve de gelmişsiniz ama çocukluğunuzdan kalma balerini de içinde döndüğü kutuyu da bulamamışsınız. verili mükemmellik diyebiliriz belki buna. bütün roller paylaşılmıştır. kendi hayatınızın başrolü olmak için çabalarsınız, birileri gelir size çelme takmaya çalışır, baştan çıkarmaya çalışır ama bu sizin kendinize verdiğiniz aşırı doz mükemmeliyetçilikten kaynaklanan önünüzdeki tek engel, size dairdir. peki mükemmel olduktan sonra ne olacaktır, alkış mı kusursuzluğun ölümü mü… verili mükemmeliyeti yaşadıktan sonra bir daha kendinizi deneyimleyebilir misiniz, kusursuz bir şey eksiksizse, kendi ölümünüzü gerçekleştirmiş olabilir misiniz… asıl olan hayatı yaşayarak kusurlu bir kusursuzluk olmasın…-----------------------------spoiler----------------------------

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol