özellikle 17 agustos 1999 marmara depremi sonrasında çok fazla kullanılan, bir kısım kimselerin ağzında pek bir yapmacık duran, ama arkasında durulması gereken belki de en sağlam sloganlardan biridir.
unutmadik unutturmayacağız
bu acı olay bari yönetimimizdeki sorumsuz insanlara bi ders olur belki dedik ama aynı hamam aynı tas.
bu kayıplarımızı unutmayalım unutturmayalım.
bu kayıplarımızı unutmayalım unutturmayalım.
o gece istanbul’ da olanlarda olmayanlarda, ertesi geceler ev dışında kalan ya da kalmayanlar da ne koşullarda olursa olsunlar zor günler yaşadılar ve yasamaktalar. tabii ki depremde ailesi ya da yakınlarını kaybedenler, islerini, evlerini kaybedenler bu durumu diğer kişilerden çok daha yoğun olarak yasadılar.modern , konforlu ve pahalı binaların domino taşları gibi birbirinin üzerine yığılması, o unutulması olanaksız koku, çadırlarda oturan insanlar, yardim kuyruklarında toplanan çok sayıda kişinin görüntüleri ve çaresizlik, tükenmişlik, gözlerdeki korku ifadeleri, sinir krizleri , siren sesleri ... unutulacak şeyler değiller.
kişiler depremi takiben ilk olarak çocuklarının yanına koşmuşlardı. ancak bu onların yanlarına gidiş sekli o denli kendini kaybetmişçesine olmuştu ki, çığlıklar atarak,yoğun korku ile dolu bir şekilde olmuş, çocuklar depremin kendisinden çok, ailelerinin bu aşırı tepkileri ile olaydan etkilenmişlerdi. kimisi o an kıyametin koptuğunu zannetmişti. bazı kişiler o an donup, kalmış, ne konuşabilmiş, ne de herhangi bir eylemde bulunabilmişlerdi. çoğu kişi en yakın akrabalarının yanına koşup, onların sağlık haberlerini almak için zamanla yarışmışlardı. bayılanlar ve sinir krizleri geçirenler oldu. insanlar enkaz çalışmalarına katılamamanın , yakınları olup de sağ kalanlar ise yasadıkları için suçluluk duyguları içine girdiler. bazı kişiler bu afetin isledikleri günahlar ve kotu alışkanlıkları nedeniyle kendi baslarına geldiği düşüncesi içindeydiler. bazı kişiler o anda ne yaptıklarını daha sonra hatırlamıyorlardı. yattıkları odalara, evlerine hatta kimisi istanbul il sınırlarına girerken bile yoğun gerilim yasadılar. bu nedenle geçici bir sure şehri terlettiler. ancak bu onların rahatsızlıklarını dindiremedi. çünkü olayı de kafalarında götürmüşlerdi, doğal olarak. gece rüyalarında yasadılar, en ufak sesten irkildiler. olay gözleri önünden gitmedi. tv yi seyrederken sanki depremi en canlı hali ile tekrar yasıyor hissettiler. bu nedenle kişiler haberlerden ve deprem konuşmalarından kaçındılar. enkazlı yerlerden geçmemek için yollarını değiştirdiler, oralara bakmamaya çalıştılar. dikkatleri dağıldı, dalgınlık, kendine ise verememe gözlendi. deprem olmasa bile sallanıyor hissettiler. bazıları evlerine sallanan şeyler astı, gözleri hep avizelerdeydi. uykuları bozuldu, çoğu, depremin olduğu saat olan gece 03 e dek uyuyamadı. anne ve babalar dönüşümlü olarak geceleri nöbet tuttu. annelerdeki en büyük kaygı, kendilerinden çok çocuklarına bir şey olacağı yönündeydi. her gece deprem kabusları ve uykuda sıçramalarla uyandı. eskiden zevk aldıkları şeylere bile ilgisiz kaldılar,hayattan beklentileri kalmadı ve her şey birden anlamsız ve bos geldi. geleceğe yönelik plan yapmaz oldular. içlerine kapandılar. ağlamak isteyip ağlayamadılar. kısaca robot gibi hissiz ve hareketsiz kaldılar belli bir sure.
40 bin canın bir çoğuna sebep kişiler...uyduruk yapılanma ile ocak söndürenler..;
bilirim ki; yine beklenen bir deprem var...bilirim ki; tarih tekerrür edecek,kader diyeceksiniz, afet diyeceksiniz...değersiz gözyaşlarıyla atacaksınız cesetleri birer birer toplu mezarlara..yaptığınız kağıttan konutlarda annelerimiz ölecek yine...çocuklarımız büyümeyecek.. ölülerimiz inşaat makineleri ile parça parça taşınacak enkazlardan...nefessiz günler geçecek betonlar altında...gelmeyin cenazelere, anma günlerine katılmayın..bizler unutmadık, unutturmayacağız...
bilirim ki; yine beklenen bir deprem var...bilirim ki; tarih tekerrür edecek,kader diyeceksiniz, afet diyeceksiniz...değersiz gözyaşlarıyla atacaksınız cesetleri birer birer toplu mezarlara..yaptığınız kağıttan konutlarda annelerimiz ölecek yine...çocuklarımız büyümeyecek.. ölülerimiz inşaat makineleri ile parça parça taşınacak enkazlardan...nefessiz günler geçecek betonlar altında...gelmeyin cenazelere, anma günlerine katılmayın..bizler unutmadık, unutturmayacağız...
hiçbirşey eskisi gibi olmayacak
- tanıyın beni ve unutmayın..
tanıyın beni ve unutmayın
izmitli bir kız çocuğuyum,
sekiz yaşındayım.
adım yok.
adresim belli.
kimsesizler mezarlığında kimsesiz sanmayın beni.
çıplak omuzlu ablalar, abiler
kazdılar kazdılar ama ulaşamadılar bana...
izmitde, kuran kursunda amentüyü ögrendim.
ölümü de kabullendim.
eyvallah...
yaşamak için başka nelere gerek var bilemedim.
meğer ne zor şeymiş yaşamak.
toprak altında dört günde öğrendim.
"en sevdiğim memleket yeryüzüdür /
sıram gelince yeryüzüyle örtün üzerimi"
şiirini bilemedim ben.
yeryüzü kırıldı, içine giremedim ben.
ovanın ortasında kurulu kentin
aşağı mahallesinde bir apartman katının en alt dairesinde,
8 yaşında günlerce ölümü bekledim ben.
eginin türkülerine gömecekler, biliyorum beni.
dertli... içli... yanık...
kocaelide deprem vurgunu yemişim;
betonarmenin kavurduğu bir çocuğum ben çünkü.
çelik ve kumla, dört günde öldüm, piştim, öldüm ben.
duydum, bir abla;
arzuydu adı galiba, hissetti nefesimi bağırdı etrafa.
televizyoncu abiler geldi ışık tuttular...
üstümde gezindi dost köpekler...
kokladılar, havladılar.
sevdim onları, sevdiler beni.
olmadı deyip, çekip gitmeden önce onlar bile ağladılar sessizce...
dillerini bilemedim amcalar
bağırdılar; duydum onları...
sanırım bakkal amcaydı bir ara;
"kuzum, güzel kızım" dedi, "kınalım, ses ver ne olur..."
boğazlarım doluydu toprakla,
taşla konuşamadım.
biliyorum şimdi o büyük makinelerle gelip kazacaksınız üstümü,
korkmayın fark etmez bundan sonra; alın beni,
kimsesizler mezarına atın beni.
adresimiz kolay, ezberlettiler bana.
siz de bulursunuz belki yıllarca sonra.
kocaeli kenti, derince mahallesi...
karakoldan dön... sağlam apartmanı yani...
çürük çıksa da evimizin toprağı, kendisi;
küçük olsa da yürecigim, inanin dört günde
ögrendim yasamayi ipek böcegi gibi.
sesim çıkmaz, boğazlarım dolu.
ama duyarım dünyayı.
tıpkı erzincanda ölen bebekler gibi.
yunanlı bir bebek doktoru teyze, toplamış yorganını sırtına,
yenikapi iskelesinden binmiş de vapura,
gözyaşlarıyla seslenmiş kamarota;
- beni götürün çabuk çınarcıka, yaralı çocuklara...
ağlamış çarkçı, süvari hepsi birden bu dostluğa.
ama ankarada bir adam geri çevirmiş onu.
ah üzerimde o beton kiriş var ya, o bir olmasa, gösterirdim ben ona...
israilli, cezayirli, fransız, isviçreli amcalar da gelmişler duyunca depremi.
gece vapurla geçip denizi, karaya ulaşınca yalovada, çiçekler diyarinda,
yine bir garip adam; adı vali:
- uyuyun, simdi sabah olunca çalışırsınız demiş...
ağlamışlar onlar da. kadere küfretmişler...
aynı adam, yani vali, elektrikler kesilince depremde mutfağında,
kente elektrik vermek için çalışan işçilere basmış azarı:
"çabuk mutfak lambam yansın" demiş...
ah... yok mu şu kahrolasıca demir yığını ellerimin üzerindeki...
olmasalar... sarılırdım yakasına, sorardım, doğru mu diye? doğru mu?
sekiz yaşındaydım, kocaelide göçük altındayım.
belki ölüyüm, çocuk ölülerin en güzeli...
belki değilim, yaşamaktayım...
ama hayret öldüğümün de farkındayım.
çünkü, dört gündür toprak altındayım.
gözlerim kuran kursundan tanıdığım türbanlı kurtarıcı ablaları aradı...
yoktular. canları sağolsun.
çünkü daha önce belki gözlerim de yoktular.
çıplak omuzlu ablalar, çıplak bacaklı abiler kan ter içinde kazdılar kazdılar.
ama bana ulaşamadılar. hele bir cezayirli abi vardı ki, nefesimi duyan,
gözyaşlarıyla yıkadı toprağı bana ulaşamayınca.
ayın 14üydü. babam örgülü saçlarımı sevdi.
ay beni çekti. yüzüm güne döndü.
15inde ayabakan çiçekleri gibi kaçtım güneşten.
16sı gece karanlıktı. rüyalar içinde bir tahta at seçtim kafesten.
kaf dağında saat 03.03te kendimden geçtim.
bir çiçek tarlası, bir bulut yuvası, sanki annemin göğsündeydim,
babam saçlarımı okşadı. oysa onlar yoktu yanımda...
ama onlarsız da olamazdım ya! galiba birlikte gittik, belki de bütün kocaeli,
aynı bahçede uyanmak üzere sözleştik.
kocaeli toprağı bereketli... ama ev, fabrika dikince büyümüyor ki...
oysa dikince domatesi, elmayı bir kızarıyorlar ki...
belki bildiklerinden kaderimi...
belki kızıp tanrı baba bize; bahçeyle, evlerin yerlerini değiştirdi o gece.
izmitde bir kız çocuğuyum, sekiz yaşındayım...
adım yok. adresim belli. derince karakoluna sorsunlar arayanlar beni.
kimsesiz mezarlığında, kimsesiz sanmasın kimseler beni.
çiçeklerin en güzeliydim, kocaeli ovasında açtım renklerimi,kıraç toprakların; eginin türküleriyle, ağıtlarla gömdüler beni.
yalnız, demir, çelik ve beton içinde aç susuz gönderdiler ya,
iki elim yakalarında süleyman amcayla bülent amca, unutmasınlar beni...
erzincanlı bir kardeş 33 yılda bir çocukları toplar deprem dedi...
inanamadım...
çünkü bazı amcalar doğaya meydan okuyoruz diye inatlaşıp,
yıkılan evlerimizin yerine, aynısını dikerlermiş. aynı çürük temeller üzerine.
hatta bazıları çok kızıp geçmişe,
sırf sağlam kalıp onları yüzyıllarca utandırdılar diye,
ayasofya ile süleymaniyeyi de yıkmak isterlermiş sinsice.
aslında onların garezi çocuklara imiş.
öldükçe çocuklar, analar, babalar, sağlam ev yapıp, kentin yerini değiştirmektense, gelen paraları müteahhitlerle üleşip, kendilerini deprem zengini ilan ederlermiş. aslında onlar şeytanın arka bacakları imiş.
anadoluda her yıl deprem olurmuş, orta şiddetli.
üç yılda bir de şiddetlisi olurmuş.
ama bana mısın demezmiş türkiyeyi yönetenler.
bilim adamlarını dinlemezlermiş.
paraları vurguncuya kaptırıp, araştırmalara para vermezlermiş.
onlar ne ilkyardımı severmiş, ne de sağlam evi.
onlar sadece kendilerini ve koltuklarını severlermiş.
gittiğim bahçede erzincanlı bir kuş tanıdım, kanadı gümüşlü.
o anlattı bana.
1939da deprem olmuş, şiir bile yazmışlar ona:
"kar yağar lapa lapa tipidir gelir geçer
yan yana, sırtüstü ölüler akşam olur tandıramaz ateşini yandıramaz
gün ağar şafak söker kimsecikler gitmez suya ezilmiş başlarıyla ölüler
vardılar uyanılmaz uykuya..."
ben aslında uyanmak istedim uykudan, ama müteahhit amca az koyunca betonu, toprak kovunca evimizi içinden, kan uykularda kaldı düşlerim.
oysa ben ne aydınlık yarınlar düşledim.
büyüyünce değiştirecektim sakaryanın, gölcükün, izmitin, yalovanın yerini.
ve türkiyenin kaderini. yazık oldu, ben bana değil türkiyeme yanarım.
ölmesem, evleri çok katlı değil, en çok üç katlı yaptıracaktım, bahçeli.
mafyaya çaldırmayacaktım araziyi, belediyeyi.
ama bir şey öğrendim. ben kimim biliyorum şimdi. sekiz yaşındayım...
deprem vurgunu yedim. ölüyüm.
bile bile öldürüldüm. adresim belli. kocaeli...
derince karakolundan dön sola... sağlam apartmanı yani...
kimsesizler mezarı.
16sında gömüldüm diri diri, 20sinde öldüm kederli.
dört günde öğrendim yaşamı. zor değilmiş inanın.
yaşayanlar siz de biraz zorlayın. sesler geliyor kulağıma, sesler.
peki ama... kimsiniz? adınızı duyamadım... müteahhit mi dediniz?..
belediye başkanı mı?.. başbakan mı? cumhurbaşkanı mı?
yaşınız... yaşınızı saklamayınız...
beni artık kandıramazsınız, ben bir ölüyüm.
sizi sesinizden, gecikmenizden tanıdım. siz ankarasınız...
lütfen beni rahat bırakınız.
tuncay özkan
- tanıyın beni ve unutmayın..
tanıyın beni ve unutmayın
izmitli bir kız çocuğuyum,
sekiz yaşındayım.
adım yok.
adresim belli.
kimsesizler mezarlığında kimsesiz sanmayın beni.
çıplak omuzlu ablalar, abiler
kazdılar kazdılar ama ulaşamadılar bana...
izmitde, kuran kursunda amentüyü ögrendim.
ölümü de kabullendim.
eyvallah...
yaşamak için başka nelere gerek var bilemedim.
meğer ne zor şeymiş yaşamak.
toprak altında dört günde öğrendim.
"en sevdiğim memleket yeryüzüdür /
sıram gelince yeryüzüyle örtün üzerimi"
şiirini bilemedim ben.
yeryüzü kırıldı, içine giremedim ben.
ovanın ortasında kurulu kentin
aşağı mahallesinde bir apartman katının en alt dairesinde,
8 yaşında günlerce ölümü bekledim ben.
eginin türkülerine gömecekler, biliyorum beni.
dertli... içli... yanık...
kocaelide deprem vurgunu yemişim;
betonarmenin kavurduğu bir çocuğum ben çünkü.
çelik ve kumla, dört günde öldüm, piştim, öldüm ben.
duydum, bir abla;
arzuydu adı galiba, hissetti nefesimi bağırdı etrafa.
televizyoncu abiler geldi ışık tuttular...
üstümde gezindi dost köpekler...
kokladılar, havladılar.
sevdim onları, sevdiler beni.
olmadı deyip, çekip gitmeden önce onlar bile ağladılar sessizce...
dillerini bilemedim amcalar
bağırdılar; duydum onları...
sanırım bakkal amcaydı bir ara;
"kuzum, güzel kızım" dedi, "kınalım, ses ver ne olur..."
boğazlarım doluydu toprakla,
taşla konuşamadım.
biliyorum şimdi o büyük makinelerle gelip kazacaksınız üstümü,
korkmayın fark etmez bundan sonra; alın beni,
kimsesizler mezarına atın beni.
adresimiz kolay, ezberlettiler bana.
siz de bulursunuz belki yıllarca sonra.
kocaeli kenti, derince mahallesi...
karakoldan dön... sağlam apartmanı yani...
çürük çıksa da evimizin toprağı, kendisi;
küçük olsa da yürecigim, inanin dört günde
ögrendim yasamayi ipek böcegi gibi.
sesim çıkmaz, boğazlarım dolu.
ama duyarım dünyayı.
tıpkı erzincanda ölen bebekler gibi.
yunanlı bir bebek doktoru teyze, toplamış yorganını sırtına,
yenikapi iskelesinden binmiş de vapura,
gözyaşlarıyla seslenmiş kamarota;
- beni götürün çabuk çınarcıka, yaralı çocuklara...
ağlamış çarkçı, süvari hepsi birden bu dostluğa.
ama ankarada bir adam geri çevirmiş onu.
ah üzerimde o beton kiriş var ya, o bir olmasa, gösterirdim ben ona...
israilli, cezayirli, fransız, isviçreli amcalar da gelmişler duyunca depremi.
gece vapurla geçip denizi, karaya ulaşınca yalovada, çiçekler diyarinda,
yine bir garip adam; adı vali:
- uyuyun, simdi sabah olunca çalışırsınız demiş...
ağlamışlar onlar da. kadere küfretmişler...
aynı adam, yani vali, elektrikler kesilince depremde mutfağında,
kente elektrik vermek için çalışan işçilere basmış azarı:
"çabuk mutfak lambam yansın" demiş...
ah... yok mu şu kahrolasıca demir yığını ellerimin üzerindeki...
olmasalar... sarılırdım yakasına, sorardım, doğru mu diye? doğru mu?
sekiz yaşındaydım, kocaelide göçük altındayım.
belki ölüyüm, çocuk ölülerin en güzeli...
belki değilim, yaşamaktayım...
ama hayret öldüğümün de farkındayım.
çünkü, dört gündür toprak altındayım.
gözlerim kuran kursundan tanıdığım türbanlı kurtarıcı ablaları aradı...
yoktular. canları sağolsun.
çünkü daha önce belki gözlerim de yoktular.
çıplak omuzlu ablalar, çıplak bacaklı abiler kan ter içinde kazdılar kazdılar.
ama bana ulaşamadılar. hele bir cezayirli abi vardı ki, nefesimi duyan,
gözyaşlarıyla yıkadı toprağı bana ulaşamayınca.
ayın 14üydü. babam örgülü saçlarımı sevdi.
ay beni çekti. yüzüm güne döndü.
15inde ayabakan çiçekleri gibi kaçtım güneşten.
16sı gece karanlıktı. rüyalar içinde bir tahta at seçtim kafesten.
kaf dağında saat 03.03te kendimden geçtim.
bir çiçek tarlası, bir bulut yuvası, sanki annemin göğsündeydim,
babam saçlarımı okşadı. oysa onlar yoktu yanımda...
ama onlarsız da olamazdım ya! galiba birlikte gittik, belki de bütün kocaeli,
aynı bahçede uyanmak üzere sözleştik.
kocaeli toprağı bereketli... ama ev, fabrika dikince büyümüyor ki...
oysa dikince domatesi, elmayı bir kızarıyorlar ki...
belki bildiklerinden kaderimi...
belki kızıp tanrı baba bize; bahçeyle, evlerin yerlerini değiştirdi o gece.
izmitde bir kız çocuğuyum, sekiz yaşındayım...
adım yok. adresim belli. derince karakoluna sorsunlar arayanlar beni.
kimsesiz mezarlığında, kimsesiz sanmasın kimseler beni.
çiçeklerin en güzeliydim, kocaeli ovasında açtım renklerimi,kıraç toprakların; eginin türküleriyle, ağıtlarla gömdüler beni.
yalnız, demir, çelik ve beton içinde aç susuz gönderdiler ya,
iki elim yakalarında süleyman amcayla bülent amca, unutmasınlar beni...
erzincanlı bir kardeş 33 yılda bir çocukları toplar deprem dedi...
inanamadım...
çünkü bazı amcalar doğaya meydan okuyoruz diye inatlaşıp,
yıkılan evlerimizin yerine, aynısını dikerlermiş. aynı çürük temeller üzerine.
hatta bazıları çok kızıp geçmişe,
sırf sağlam kalıp onları yüzyıllarca utandırdılar diye,
ayasofya ile süleymaniyeyi de yıkmak isterlermiş sinsice.
aslında onların garezi çocuklara imiş.
öldükçe çocuklar, analar, babalar, sağlam ev yapıp, kentin yerini değiştirmektense, gelen paraları müteahhitlerle üleşip, kendilerini deprem zengini ilan ederlermiş. aslında onlar şeytanın arka bacakları imiş.
anadoluda her yıl deprem olurmuş, orta şiddetli.
üç yılda bir de şiddetlisi olurmuş.
ama bana mısın demezmiş türkiyeyi yönetenler.
bilim adamlarını dinlemezlermiş.
paraları vurguncuya kaptırıp, araştırmalara para vermezlermiş.
onlar ne ilkyardımı severmiş, ne de sağlam evi.
onlar sadece kendilerini ve koltuklarını severlermiş.
gittiğim bahçede erzincanlı bir kuş tanıdım, kanadı gümüşlü.
o anlattı bana.
1939da deprem olmuş, şiir bile yazmışlar ona:
"kar yağar lapa lapa tipidir gelir geçer
yan yana, sırtüstü ölüler akşam olur tandıramaz ateşini yandıramaz
gün ağar şafak söker kimsecikler gitmez suya ezilmiş başlarıyla ölüler
vardılar uyanılmaz uykuya..."
ben aslında uyanmak istedim uykudan, ama müteahhit amca az koyunca betonu, toprak kovunca evimizi içinden, kan uykularda kaldı düşlerim.
oysa ben ne aydınlık yarınlar düşledim.
büyüyünce değiştirecektim sakaryanın, gölcükün, izmitin, yalovanın yerini.
ve türkiyenin kaderini. yazık oldu, ben bana değil türkiyeme yanarım.
ölmesem, evleri çok katlı değil, en çok üç katlı yaptıracaktım, bahçeli.
mafyaya çaldırmayacaktım araziyi, belediyeyi.
ama bir şey öğrendim. ben kimim biliyorum şimdi. sekiz yaşındayım...
deprem vurgunu yedim. ölüyüm.
bile bile öldürüldüm. adresim belli. kocaeli...
derince karakolundan dön sola... sağlam apartmanı yani...
kimsesizler mezarı.
16sında gömüldüm diri diri, 20sinde öldüm kederli.
dört günde öğrendim yaşamı. zor değilmiş inanın.
yaşayanlar siz de biraz zorlayın. sesler geliyor kulağıma, sesler.
peki ama... kimsiniz? adınızı duyamadım... müteahhit mi dediniz?..
belediye başkanı mı?.. başbakan mı? cumhurbaşkanı mı?
yaşınız... yaşınızı saklamayınız...
beni artık kandıramazsınız, ben bir ölüyüm.
sizi sesinizden, gecikmenizden tanıdım. siz ankarasınız...
lütfen beni rahat bırakınız.
tuncay özkan
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?