2016 çıkışlı yüksel aksu filmi.
film muğla'nın ula ilçesinde geçmektedir. bir çocuğun oruç ile ilişkili olarak nefsiyle olan mücadelesini anlatan filmin baş rollerinde cem yılmaz, berat efe parlak, macit koper gibi isimler bulunmaktadır.
yazar notu: yazar olunca gelecek...
iftarlık gazoz
(bkz: niğde gazozu)
“bütün üçüncü dünya metinleri, (…) ulusal alegoriler olarak okunmalıdır.” (fredric jameson)
türkiye toplumu, 1980'li yıllardan bu yana bir kimlikler savaşı yaşıyor. yüzyıllık modernleşme ve uluslaşma süreci içinde bastırılmış ve dışlanmış kimlikler, toplumun yapıtaşlarını yerinden oynatacak şiddette sarsıntılar yaratarak birbiri ardına geri dönüyor.
son aylarda, ülkenin güney sınırlarına gelip dayanmış olan iç savaş ortamı, kanlı çatışmalar ve katliamlarla içeriye doğru yayılıyor.
yıkılıp yakılan kasabalar, yerle bir edilen kentler; tank ve top bombardımanına tutulan mahalleler, evler; kanlı çatışmalar ve katliamlarla göçe zorlananan binler… türkiye toplumu, adeta (siyaset felsefecisi) thomas hobbes'un “doğal durum” tanımına uygun,”herkesin herkese düşman olduğu bir savaş” iklimine doğru hızla sürükleniyor.
böyle bir şiddet atmosferi içinde bir türlü geçmek bilmeyen bu soğuk kış günlerinde, yüksel aksu'nun bizi 1970'li yıllara, bir ege kasabasında sıcak bir yaz mevsiminde yaşanmış bir ramazan ritüeline davet etmesi oldukça anlamlı.
başka bir dünyanın ve başka bir hayatın mümkün, çünkü yaşanmış ve belki hala yaşanmakta olduğunu hatırlatması açısından anlamlı.
ve… film başlıyor
bir avm sinema salonunda patlamış mısırlarımızı alıp koltuklarımıza yayılıyoruz. uzun ve gürültülü bir reklamlar faslının ardından nihayet ışıklar kararıyor.
film, anlam veremediğimiz bir cezaevi sahnesiyle açılıyor.
siyasi mahkumlar açlık grevinde.
fonda, siyah-beyaz bir televizyon ekranında üzerine bayraktan bir elbise dikilmiş bir şarkıcı, 12 eylül 1980 darbesinin ısmarlama şarkısı “türke türkten başka dost yok”u icra ederken, bobby sands (irlanda cumhuriyetçi ordusu ıra'nın cezaevindeyken milletvekili seçilip açlık grevinde ölen üyesi) misali saçı sakalı birbirine karışmış bir grevci mahkum sedyeyle taşınıyor ve çatlamış dudaklarıyla “gazoz, gazoz” diye sayıklıyor.
ne oluyor?
sonrasında, yönetmenin üst üste bindirdiği kasaba hayatı ve bu hayatın içinde ilkokuldan “hepsi pekiyi” karnesi ile mezun olup yaz tatiline başlayan çakır gözlü adem'in hikayesi, bize bu kaotik açılışı unutturacak.
adem: kemalist-modern öğretmeninin gözbebeği, anne ve babasının “büyük adam olacak” diye üzerinde titrediği, arkadaşlarının sevip gıptayla baktığı – ve tabii ki sınıfın en güzel (ve zengin) kızının da gönlünü çalmayı başarmış – bir güzel adem işte.
öğretmeni, anne-babası ve müstakbel sevgilisinden sonra hayatına başka “önemli ötekiler” ya da “ego-idealler” girdiğine hep birlikte tanık oluruz.
ilk açlık grevi
önce, ustası cibar kemal: adem, ilk açlık grevini, yaz tatilini yerel gazoz imalatçısı ve satıcısı cibar kemal'e çıraklık etme kararını verdiğinde yapar ve sonuç alır. yaz sıcağında plajdaki turistlere ve akşam orucunu açtıktan sonra yazlık sinemada toplanan kasaba halkına gazoz satmaya çalışır ustasıyla birlikte.
cibar kemal nezdinde orta sınıfların hile, fırsatçılık ve kaypaklık üzerine kurulu hayatları kadar, dayanışmanın ve dürüstlüğün önemi de adem'in gözleri önüne serilecektir.
bu bağlamda, aksu'nun bir stand-up komedyen olarak bilinen cem yılmaz'ın içindeki dramatik oyuncuyu çıkarıp bize sunmaktaki başarısına şapka çıkarıyoruz.
sonra hasan: ankara'da üniversite okuyan, kasabanın zengin ve muhafazakar ağasının solcu oğlu. dönemin dev-genç hareketi içinde kasabanın okuyan gençlerini halkevi çatısı altında örgütlemeye ve kasaba halkını sosyalist fikirleriyle etkilemeye çalışmaktadır.
hasan ve bir avuç arkadaşı bir gece duvarlara anti-faşist ve anti-kapitalist sloganlar yazmaya çıktıklarında adem onlara gözcülük yapacak ve polis olay yerine geldiğinde devrimci ağabeylerini ele vermeyecektir.
'sosyalist' olma kararı
adem böylelikle “sosyalist” olur. oysa ustası cibar kemal, “oğlum solcu olacaksan işte chp, bunların aşırısı, komünisti falan bize uymaz” demiştir (ve bu o kadar gerçekçidir ki aynı yıllarda ve belki hala bu ülkede yaşayan her sol eğilimli genç, bu sözleri mutlaka bir büyüğünden işitmiştir ).
bu öğüde rağmen, tütün tarlasında ırgatlık yapmak zorunda olan yoksul bir ailenin oğlu olan adem, hasan ağabeyinin “aşırı” fikirleri içinde özdeşleşecek çok şey bulmuştur bile.
ve son olarak imam: türkiye sinemasının dev oyuncusu macit koper'in büyük bir tevazuyla canlandırdığı bu karakter, adem'in hayatına tam bir süperego olarak girer.
imam güçlüdür; çünkü diğer “önemli ötekilerden” farklı olarak metafizik bir gücün bu dünyadaki temsilcisidir.
imam, adem'in hafızasından hiç çıkmayacak iki şey söyler. biri, ismet özel'n solculuktan islamcılığa geçişinin manifestosu olan “amentü” şiirinin ilk dizesidir: “insan eşref-i mahlukattır”. ikincisini az sonra aktaracağız.
ikinci açlık grevi
işte bu özdeşleşme karmaşası içinde adem'in ikinci “açlık grevi” başlar.
imam, anne-baba, usta, hasan… bütün büyüklerinin itirazlarına rağmen adem oruç tutmaya karar verir ve illegaliteye geçer: orucu, onlara fark ettirmeden, gizli gizli tutmaktan başka çaresi yoktur. çünkü sınıfın en güzel kızı, oruç tuttuğunu söylemiştir ona.
sonuçta, plajdaki yarı çıplak turistler, ustasının oruç yediğini keşfetmek ve çok daha önemlisi, uğruna oruç tutmaya karar verdiği kızın aslında oruç tutmadığını öğrenmek; hepsinin üzerine de ege'nin dayanılmaz sıcağı, açlık ve susuzluk nedeniyle halüsinasyonlar görmeye başlayan adem'e yapacağını yapar:
niyet etmiş olmasına rağmen sözünde duramayıp iftar vaktinden önce birkaç şişe gazozu arka arkaya mideye yuvarlayarak büyük bir günaha girecektir.
işte bu bağlamda, imam'dan öğrendiği ikinci ders öne çıkmaya başlar; arzuları, dürtüleri ve ihtiyaçları terbiye etme; inanç, pişmanlık ve kefaret:
“nefsine hakim olacaksın. bir kez niyet ettiğinde eğer orucunu bozarsan 61 gün kefaret orucu tutacaksın”.
adem, her iki mesajı da ziyadesiyle ciddiye alacaktır. o, eşref-i mahlukat, yani yaratılmış varlıkların en şereflisidir ve o halde verdiği sözden dönerse kefaret ödeyecektir.
on dakika ara
ışıklar yanıyor, çok susadık. ama çocukluğumuzun sinemalarındaki gibi gazoz ya da “alaska” ve “frigobuz” satıcıları yok etrafta.
yutkunup susuzluğumuzu bastırıyoruz. yalnızca aksu'nun yapıtına saygımızdan değil ve belki daha çok cibar kemal'in içimizde tetiklediği anti-emperyalist damara hürmeten yapıyoruz bunu.
1970'lerin dünyasında, kahvehaneler, bakkallar, kafeler vb. bütün satış noktalarını ele geçirmekte olan coca-cola karşısında nefes almaya çalışan yerel gazoz imalatçısının hikayesiyle özdeşleştik çünkü…
bir kez daha yutkunuyoruz.
travma ve tragedya
“edebi bir eserde siyaset, bir konserin ortasında patlayan tabanca gibi kaba ama göz ardı edemeyeceğimiz bir şeydir. şimdi çok çirkin şeylerden söz edeceğiz.” (stendhal).
travmatik dönüş anı, dışarıdan, ankara'dan gelir. muhtemelen derin devlet ve aşırı sağ ortaklığında gönderilen bir 'faşist tim', birden bire ortaya çıkar, silahlar patlar; hasan kanlar içinde yere yığılır.
dile aktarılması mümkün olmayan bir travma anıdır bu. o ana kadar anlatının gerçekliğinden dışlanmış 1970'li yıllar türkiye'sinin siyasal gerçeği (“kaba ama gözardı edemeyeceğimiz bir şey”), aniden ve bütün şiddetiyle dışarıdan içeriyi zorlar.
ramazanı bütün farklılıklarıyla harmonik ve karnavalesk bir ritüel olarak yaşadığına şahit olduğumuz o ege kasabasında artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak biçimde altüst olmuştur.
komedya buraya kadardır.
nitekim hasan'ın tragedyası, on yıl sonra adem'de tekrarlanacak ve askeri cuntanın cezaevi rejimine tam altmış bir gün ölüm orucuyla direnen devrimci adem, kurumuş dudaklarıyla can verecektir.
kefaret ödenmiş, masumiyet korunmuştur. adem (ya da insanlık) yürek parçalayan bir cenaze sahnesiyle bütün “önemli ötekilerinin” elleriyle toprağa verilir.
ışıklar yanar gözyaşları saklanır
ışıklar yandığında, bütün izleyenlerle birlikte gözyaşlarımızı saklama telaşı içinde gövdemizi dışarı atıyoruz. kendimize geldiğimizde, önce siyasi eleştiriler çalınıyor kulağımıza.
islamcılara göre bu film, islami değerleri kullanarak komünizm propagandası yapmakta; ortodoks marksistlere göre ise, sol değerlerin islami muhafazakarlığa teslimiyetini vazetmektedir.
birbirinin muadili bu iki argümandan uzaklaşıp sakin kafayla birkaç noktaya değinmek en doğrusu olacak.
filmin orta yerinde yaşanan trajik dönüşün niteliğini saptamak için buraya kadar kurulan dünyanın birkaç temel özelliğini ele almak gerekiyor.
'insan, özünde dayanışmacıdır'
bu film öncelikle, hobbes'un “herkesin herkesle savaşı” tasviri karşısına jean jacques rousseau'nun “doğal durum” tanımını getirerek içimizi serinletiyor; tıpkı cibar kemal'in gazozu gibi.
rousseau'ya göre, insan özünde rekabetçi değil dayanışmacıdır; medeniyet ve modernleşme, bu “doğal insanı” yozlaştırarak günümüzdeki herkesin bireysel çıkar ve kazanç peşinde koştuğu, herkesin herkesle savaşı noktasına getirmiştir.
bu çerçeveden bakıldığında, aksu bizim bugünümüze bir “altın çağ” alternatifi sunmaktadır.
özellikle islam'ın kendini topluma dayatmak yerine, içine sirayet ettiği topluma uyum sağlamak durumunda olduğu (dünya kupası finali için teravih namazı iptal edilmese de hızlı kılınır ve bunun karşılığında cibar kemal içkiyi bırakmaya söz verir) bugünden bakarak anlamamızın imkânsız olduğu başka bir dünyadır bu.
patronun oğlunun lüks arabasıyla üzerimize çamur sıçratmak yerine devrimci olup bizi babasına karşı isyana teşvik ettiği, hatta bu uğurda ölümü göze aldığı başka bir çağdır.
folk islam, siyasi islam
mikhail bakhtin'in (edebiyat ve dil kuramcısı) deyişiyle, sınıf ve statü farklarının göz ardı edilerek eşitlendiği karnavalesk ruhtur bu “yitirilmiş cennete” egemen olan.
on beş yıldır türkiye'yi yönettiğini artan dozlarla hissettiğimiz siyasal islamın, işte tam da bu karnavalesk ruha karşı sistematik bir saldırı içinde olduğu iddia edilebilir.
bireylerin gündelik hayatına giderek daha fazla karışan muhafazakar otoriterlik, inançlı ile inançsız ya da dindar ile seküler arasındaki uçurumları derinleştiriyor.
aynı islamcı iktidar, neo-liberal dünya ekonomisine entegre bir vahşi kapitalizmin ve rant ekonomisinin peygamberliğine soyunarak, zengin ile yoksul ayrımını da en şiddetli biçimde empoze etmektedir.
bu, 1970'lerin o ege kasabasında yaşanan ramazan pratiğiyle kıyaslandığında, anlaşılır ya da kabullenilebilir bir durum değildir.
folk islam ile siyasallaşmış islamcılık ya da devletleşmiş islamcı rejim arasındaki farktır söz konusu olan. islamcı çevrelerin filme yönelik rahatsızlıkları işte bu noktada anlaşılır hale gelecektir.
sonuçlar: yüksel aksu sineması
yüksel aksu, anlatmak istediği her şeyi, beyazperdede bize kelimesi kelimesine aktarmayı başarmış.
tornatore'nin cinema paradiso'su, fellini'nin amarcord'u gibi bir tatla bizi evlerimize uğurluyor. ama, en önemlisi, jameson'ın deyişiyle, bu ülkenin ulusal alegorisini gözlerimizin önüne seriyor.
bugünlerde kaybettiğimiz büyük yazar umberto eco, bize ağır felsefi ya da politik mesajlarla yüklü çok katmanlı metinlerin milyonlarca okura ulaşmasının yani hem best seller hem de zeka sahibi olmanın aynı anda mümkün hatta zorunlu olduğunu öğretmişti.
işte aksu da bunu yapabilme becerisine sahip olduğunu gösteriyor. bol metaforlu, ödüllü, fakat kıt gişeli “festival filmleri” yapmak yerine; yüzeyde basit, güldürmeyi ve ağlatmayı aynı derecede beceren, fakat derine indikçe kendini tekrar ve tekrar izleten katmanlı metinler kurmayı başarıyor.
en önemlisi de, anlattığı hikayenin gerçekliği: adem, hasan ve cibar kemal ve dahi ula halkı o kadar gerçek ve o kadar bizden ve hikayeleri o kadar sahici ki; bu samimiyet, naif, ortalama “müşteri” kadar marksist, islamcı ya da liberal bütün entelektüel izleyici ve yorumcu camiasını da içine çekiyor; sarıp sarmalıyor.
bir hikayeden başka ne bekleyebiliriz ki?
yrd. doç. zafer f. yörük'ün güzel yorumuna sahip sinemada izlenmeye değer güzel filmlerden birisidir.
türkiye toplumu, 1980'li yıllardan bu yana bir kimlikler savaşı yaşıyor. yüzyıllık modernleşme ve uluslaşma süreci içinde bastırılmış ve dışlanmış kimlikler, toplumun yapıtaşlarını yerinden oynatacak şiddette sarsıntılar yaratarak birbiri ardına geri dönüyor.
son aylarda, ülkenin güney sınırlarına gelip dayanmış olan iç savaş ortamı, kanlı çatışmalar ve katliamlarla içeriye doğru yayılıyor.
yıkılıp yakılan kasabalar, yerle bir edilen kentler; tank ve top bombardımanına tutulan mahalleler, evler; kanlı çatışmalar ve katliamlarla göçe zorlananan binler… türkiye toplumu, adeta (siyaset felsefecisi) thomas hobbes'un “doğal durum” tanımına uygun,”herkesin herkese düşman olduğu bir savaş” iklimine doğru hızla sürükleniyor.
böyle bir şiddet atmosferi içinde bir türlü geçmek bilmeyen bu soğuk kış günlerinde, yüksel aksu'nun bizi 1970'li yıllara, bir ege kasabasında sıcak bir yaz mevsiminde yaşanmış bir ramazan ritüeline davet etmesi oldukça anlamlı.
başka bir dünyanın ve başka bir hayatın mümkün, çünkü yaşanmış ve belki hala yaşanmakta olduğunu hatırlatması açısından anlamlı.
ve… film başlıyor
bir avm sinema salonunda patlamış mısırlarımızı alıp koltuklarımıza yayılıyoruz. uzun ve gürültülü bir reklamlar faslının ardından nihayet ışıklar kararıyor.
film, anlam veremediğimiz bir cezaevi sahnesiyle açılıyor.
siyasi mahkumlar açlık grevinde.
fonda, siyah-beyaz bir televizyon ekranında üzerine bayraktan bir elbise dikilmiş bir şarkıcı, 12 eylül 1980 darbesinin ısmarlama şarkısı “türke türkten başka dost yok”u icra ederken, bobby sands (irlanda cumhuriyetçi ordusu ıra'nın cezaevindeyken milletvekili seçilip açlık grevinde ölen üyesi) misali saçı sakalı birbirine karışmış bir grevci mahkum sedyeyle taşınıyor ve çatlamış dudaklarıyla “gazoz, gazoz” diye sayıklıyor.
ne oluyor?
sonrasında, yönetmenin üst üste bindirdiği kasaba hayatı ve bu hayatın içinde ilkokuldan “hepsi pekiyi” karnesi ile mezun olup yaz tatiline başlayan çakır gözlü adem'in hikayesi, bize bu kaotik açılışı unutturacak.
adem: kemalist-modern öğretmeninin gözbebeği, anne ve babasının “büyük adam olacak” diye üzerinde titrediği, arkadaşlarının sevip gıptayla baktığı – ve tabii ki sınıfın en güzel (ve zengin) kızının da gönlünü çalmayı başarmış – bir güzel adem işte.
öğretmeni, anne-babası ve müstakbel sevgilisinden sonra hayatına başka “önemli ötekiler” ya da “ego-idealler” girdiğine hep birlikte tanık oluruz.
ilk açlık grevi
önce, ustası cibar kemal: adem, ilk açlık grevini, yaz tatilini yerel gazoz imalatçısı ve satıcısı cibar kemal'e çıraklık etme kararını verdiğinde yapar ve sonuç alır. yaz sıcağında plajdaki turistlere ve akşam orucunu açtıktan sonra yazlık sinemada toplanan kasaba halkına gazoz satmaya çalışır ustasıyla birlikte.
cibar kemal nezdinde orta sınıfların hile, fırsatçılık ve kaypaklık üzerine kurulu hayatları kadar, dayanışmanın ve dürüstlüğün önemi de adem'in gözleri önüne serilecektir.
bu bağlamda, aksu'nun bir stand-up komedyen olarak bilinen cem yılmaz'ın içindeki dramatik oyuncuyu çıkarıp bize sunmaktaki başarısına şapka çıkarıyoruz.
sonra hasan: ankara'da üniversite okuyan, kasabanın zengin ve muhafazakar ağasının solcu oğlu. dönemin dev-genç hareketi içinde kasabanın okuyan gençlerini halkevi çatısı altında örgütlemeye ve kasaba halkını sosyalist fikirleriyle etkilemeye çalışmaktadır.
hasan ve bir avuç arkadaşı bir gece duvarlara anti-faşist ve anti-kapitalist sloganlar yazmaya çıktıklarında adem onlara gözcülük yapacak ve polis olay yerine geldiğinde devrimci ağabeylerini ele vermeyecektir.
'sosyalist' olma kararı
adem böylelikle “sosyalist” olur. oysa ustası cibar kemal, “oğlum solcu olacaksan işte chp, bunların aşırısı, komünisti falan bize uymaz” demiştir (ve bu o kadar gerçekçidir ki aynı yıllarda ve belki hala bu ülkede yaşayan her sol eğilimli genç, bu sözleri mutlaka bir büyüğünden işitmiştir ).
bu öğüde rağmen, tütün tarlasında ırgatlık yapmak zorunda olan yoksul bir ailenin oğlu olan adem, hasan ağabeyinin “aşırı” fikirleri içinde özdeşleşecek çok şey bulmuştur bile.
ve son olarak imam: türkiye sinemasının dev oyuncusu macit koper'in büyük bir tevazuyla canlandırdığı bu karakter, adem'in hayatına tam bir süperego olarak girer.
imam güçlüdür; çünkü diğer “önemli ötekilerden” farklı olarak metafizik bir gücün bu dünyadaki temsilcisidir.
imam, adem'in hafızasından hiç çıkmayacak iki şey söyler. biri, ismet özel'n solculuktan islamcılığa geçişinin manifestosu olan “amentü” şiirinin ilk dizesidir: “insan eşref-i mahlukattır”. ikincisini az sonra aktaracağız.
ikinci açlık grevi
işte bu özdeşleşme karmaşası içinde adem'in ikinci “açlık grevi” başlar.
imam, anne-baba, usta, hasan… bütün büyüklerinin itirazlarına rağmen adem oruç tutmaya karar verir ve illegaliteye geçer: orucu, onlara fark ettirmeden, gizli gizli tutmaktan başka çaresi yoktur. çünkü sınıfın en güzel kızı, oruç tuttuğunu söylemiştir ona.
sonuçta, plajdaki yarı çıplak turistler, ustasının oruç yediğini keşfetmek ve çok daha önemlisi, uğruna oruç tutmaya karar verdiği kızın aslında oruç tutmadığını öğrenmek; hepsinin üzerine de ege'nin dayanılmaz sıcağı, açlık ve susuzluk nedeniyle halüsinasyonlar görmeye başlayan adem'e yapacağını yapar:
niyet etmiş olmasına rağmen sözünde duramayıp iftar vaktinden önce birkaç şişe gazozu arka arkaya mideye yuvarlayarak büyük bir günaha girecektir.
işte bu bağlamda, imam'dan öğrendiği ikinci ders öne çıkmaya başlar; arzuları, dürtüleri ve ihtiyaçları terbiye etme; inanç, pişmanlık ve kefaret:
“nefsine hakim olacaksın. bir kez niyet ettiğinde eğer orucunu bozarsan 61 gün kefaret orucu tutacaksın”.
adem, her iki mesajı da ziyadesiyle ciddiye alacaktır. o, eşref-i mahlukat, yani yaratılmış varlıkların en şereflisidir ve o halde verdiği sözden dönerse kefaret ödeyecektir.
on dakika ara
ışıklar yanıyor, çok susadık. ama çocukluğumuzun sinemalarındaki gibi gazoz ya da “alaska” ve “frigobuz” satıcıları yok etrafta.
yutkunup susuzluğumuzu bastırıyoruz. yalnızca aksu'nun yapıtına saygımızdan değil ve belki daha çok cibar kemal'in içimizde tetiklediği anti-emperyalist damara hürmeten yapıyoruz bunu.
1970'lerin dünyasında, kahvehaneler, bakkallar, kafeler vb. bütün satış noktalarını ele geçirmekte olan coca-cola karşısında nefes almaya çalışan yerel gazoz imalatçısının hikayesiyle özdeşleştik çünkü…
bir kez daha yutkunuyoruz.
travma ve tragedya
“edebi bir eserde siyaset, bir konserin ortasında patlayan tabanca gibi kaba ama göz ardı edemeyeceğimiz bir şeydir. şimdi çok çirkin şeylerden söz edeceğiz.” (stendhal).
travmatik dönüş anı, dışarıdan, ankara'dan gelir. muhtemelen derin devlet ve aşırı sağ ortaklığında gönderilen bir 'faşist tim', birden bire ortaya çıkar, silahlar patlar; hasan kanlar içinde yere yığılır.
dile aktarılması mümkün olmayan bir travma anıdır bu. o ana kadar anlatının gerçekliğinden dışlanmış 1970'li yıllar türkiye'sinin siyasal gerçeği (“kaba ama gözardı edemeyeceğimiz bir şey”), aniden ve bütün şiddetiyle dışarıdan içeriyi zorlar.
ramazanı bütün farklılıklarıyla harmonik ve karnavalesk bir ritüel olarak yaşadığına şahit olduğumuz o ege kasabasında artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak biçimde altüst olmuştur.
komedya buraya kadardır.
nitekim hasan'ın tragedyası, on yıl sonra adem'de tekrarlanacak ve askeri cuntanın cezaevi rejimine tam altmış bir gün ölüm orucuyla direnen devrimci adem, kurumuş dudaklarıyla can verecektir.
kefaret ödenmiş, masumiyet korunmuştur. adem (ya da insanlık) yürek parçalayan bir cenaze sahnesiyle bütün “önemli ötekilerinin” elleriyle toprağa verilir.
ışıklar yanar gözyaşları saklanır
ışıklar yandığında, bütün izleyenlerle birlikte gözyaşlarımızı saklama telaşı içinde gövdemizi dışarı atıyoruz. kendimize geldiğimizde, önce siyasi eleştiriler çalınıyor kulağımıza.
islamcılara göre bu film, islami değerleri kullanarak komünizm propagandası yapmakta; ortodoks marksistlere göre ise, sol değerlerin islami muhafazakarlığa teslimiyetini vazetmektedir.
birbirinin muadili bu iki argümandan uzaklaşıp sakin kafayla birkaç noktaya değinmek en doğrusu olacak.
filmin orta yerinde yaşanan trajik dönüşün niteliğini saptamak için buraya kadar kurulan dünyanın birkaç temel özelliğini ele almak gerekiyor.
'insan, özünde dayanışmacıdır'
bu film öncelikle, hobbes'un “herkesin herkesle savaşı” tasviri karşısına jean jacques rousseau'nun “doğal durum” tanımını getirerek içimizi serinletiyor; tıpkı cibar kemal'in gazozu gibi.
rousseau'ya göre, insan özünde rekabetçi değil dayanışmacıdır; medeniyet ve modernleşme, bu “doğal insanı” yozlaştırarak günümüzdeki herkesin bireysel çıkar ve kazanç peşinde koştuğu, herkesin herkesle savaşı noktasına getirmiştir.
bu çerçeveden bakıldığında, aksu bizim bugünümüze bir “altın çağ” alternatifi sunmaktadır.
özellikle islam'ın kendini topluma dayatmak yerine, içine sirayet ettiği topluma uyum sağlamak durumunda olduğu (dünya kupası finali için teravih namazı iptal edilmese de hızlı kılınır ve bunun karşılığında cibar kemal içkiyi bırakmaya söz verir) bugünden bakarak anlamamızın imkânsız olduğu başka bir dünyadır bu.
patronun oğlunun lüks arabasıyla üzerimize çamur sıçratmak yerine devrimci olup bizi babasına karşı isyana teşvik ettiği, hatta bu uğurda ölümü göze aldığı başka bir çağdır.
folk islam, siyasi islam
mikhail bakhtin'in (edebiyat ve dil kuramcısı) deyişiyle, sınıf ve statü farklarının göz ardı edilerek eşitlendiği karnavalesk ruhtur bu “yitirilmiş cennete” egemen olan.
on beş yıldır türkiye'yi yönettiğini artan dozlarla hissettiğimiz siyasal islamın, işte tam da bu karnavalesk ruha karşı sistematik bir saldırı içinde olduğu iddia edilebilir.
bireylerin gündelik hayatına giderek daha fazla karışan muhafazakar otoriterlik, inançlı ile inançsız ya da dindar ile seküler arasındaki uçurumları derinleştiriyor.
aynı islamcı iktidar, neo-liberal dünya ekonomisine entegre bir vahşi kapitalizmin ve rant ekonomisinin peygamberliğine soyunarak, zengin ile yoksul ayrımını da en şiddetli biçimde empoze etmektedir.
bu, 1970'lerin o ege kasabasında yaşanan ramazan pratiğiyle kıyaslandığında, anlaşılır ya da kabullenilebilir bir durum değildir.
folk islam ile siyasallaşmış islamcılık ya da devletleşmiş islamcı rejim arasındaki farktır söz konusu olan. islamcı çevrelerin filme yönelik rahatsızlıkları işte bu noktada anlaşılır hale gelecektir.
sonuçlar: yüksel aksu sineması
yüksel aksu, anlatmak istediği her şeyi, beyazperdede bize kelimesi kelimesine aktarmayı başarmış.
tornatore'nin cinema paradiso'su, fellini'nin amarcord'u gibi bir tatla bizi evlerimize uğurluyor. ama, en önemlisi, jameson'ın deyişiyle, bu ülkenin ulusal alegorisini gözlerimizin önüne seriyor.
bugünlerde kaybettiğimiz büyük yazar umberto eco, bize ağır felsefi ya da politik mesajlarla yüklü çok katmanlı metinlerin milyonlarca okura ulaşmasının yani hem best seller hem de zeka sahibi olmanın aynı anda mümkün hatta zorunlu olduğunu öğretmişti.
işte aksu da bunu yapabilme becerisine sahip olduğunu gösteriyor. bol metaforlu, ödüllü, fakat kıt gişeli “festival filmleri” yapmak yerine; yüzeyde basit, güldürmeyi ve ağlatmayı aynı derecede beceren, fakat derine indikçe kendini tekrar ve tekrar izleten katmanlı metinler kurmayı başarıyor.
en önemlisi de, anlattığı hikayenin gerçekliği: adem, hasan ve cibar kemal ve dahi ula halkı o kadar gerçek ve o kadar bizden ve hikayeleri o kadar sahici ki; bu samimiyet, naif, ortalama “müşteri” kadar marksist, islamcı ya da liberal bütün entelektüel izleyici ve yorumcu camiasını da içine çekiyor; sarıp sarmalıyor.
bir hikayeden başka ne bekleyebiliriz ki?
yrd. doç. zafer f. yörük'ün güzel yorumuna sahip sinemada izlenmeye değer güzel filmlerden birisidir.
filmin fragmani asagida;
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?