engin ardıç

0 /
deathless
kimseden korkusu olmayarak yazi yazan bi ara yazilarini takip ettigim gulmekten krizler gecirdigim yazar bir cok konuda ismi gibi engin tecrubelere sahip her seviyede konusabilecegine inandigim insan.
karayip
enteresan bir adam türkiyede sıkça rastlanılan gruplaşmacıların tersine bu amca kendisine göre doğru nerdeyse o tarafta saf tutmayı benimsiyor tabi türkiyedeki sabit gruplaşmacı zihniyet bunu liboşluk olarak da yorumlayabiliyor. kısacası güzel ülkemizde siyah veya beyaz var gri yok engin ardıç griyi de geçip 32 bitlik bir renk derinliğiyle olayları yorumluyor e haliyle böyle olunca ne oralıya ne buralıya yaranıyor. tabi ki mutlak doğruyu bulmaya çalışırken her sözü genel geçer doğruları işaret etmiyor ancak kendi doğrusunu işaret ediyor zaten bu toplumda çoğu insan kendi bildiği doğrultuda hareket etmiyor mu ?
lapsus
turkiyedeki 2 kose yazarindan biri oguz atayin arkadasi olmasida kendisinin ne tip bir insan olduguna dair fikir verir saniyorum.yazilarinda kimin ne dusunecegini onemsemeden yalnizca dogru dusunduklerini yazan kultur seviyesi cok ust seviyede olan insan.agresif yazilari ile dikkat ceker genellikle her zaman sevmeyeni daha fazla olan bir insan olmasi onu sevenlerin
oldugu gercegini degistirmez bana kalirsa okumaya deger yazi yazan tek insan turk basininda
cetin altanda bir digeri ancak onun felsefi sistemi artik net ve bence bu felsefi sistemi insanlara anlatmak icin surekli tekrar yapiyor bu yuzden engin ardic okumaya deger tek insan
her zaman gundemden kopuk yazilar yazmasi yazilarinda cok sasirtici bir kurgunun olmasi
-ozellikle 3000 darbe adli yazisinda fransiz yeni dalgasinin onemli yonetmeni francois truffaut un 400 darbe filmi ile baslayip serdar turgutun yazilari 3000 tus darbesiyle sinirlamasina bagladigi yazi bana kalirsa gelmis gecmis en onemli yazilarindan biridir-
engin ardici okumaya deger kiliyor ayrica kendisine cevap verebilecek polemige girebilecek
kapasitede insanlarin olmadigi gercegide benim en sevdigim yonu. ayrica eski yazilarinin derlemesi olan kitaplarida bir harikadir

kadin suretleri
sengul hamami
dogru soyleyeni dokuz koyden....
mustafa kemal sizin gibi kiro degildi

dogru soyleyeni dokuz koyden kovarlar kitabindaki oguz atay yazisini eger oguz atayi seviyorsaniz kesinlikle okumalisiniz
seha
ruzgara gore yon degistiren kisi.ortaligi karistirip sonra bir koseye cekilen ve pis pis gulen tiplerden.ayni zamanda aksam gazetesini almayi birakmama neden olan $ahis.
schumi
bugünkü yazısıyla yine beni benden almış gazeteci. kesinlikle okunmaya değer, sonuna kadar tabi...

üniversiteler

iyi de, bir hafta tatil yapamayacak mıyız be kardeşim? yokluğumuzda bu sefer tutmuşlar, boğaziçi’nin rektörü ayşe’ye saldırmışlar. yeni duydum.

çünkü boğaziçi, orhan pamuk’a fahri doktora vermiş. (mimar sinan, “fethullahçı” hilmi yavuz’a verince kimse ağzını açmamış ama, hayret!)

bir kız öğrenci “türbanla gitar” çalmış (ahmet hakan gibi bir şey olsa gerek), bir folklor topluluğu da bildiğimiz bitlis oynamış (peşmergeye benziyorlarmış, herhalde güneydoğu folklor oyunları smokinle oynanmalıdır, çağdaş türkiye’ye yakışan budur.)

kavga şuradan çıkıyor: “kaliteli” üniversitelerimizde liberal bir hava esiyor, kelek olanlarda faşizm kokusu var.

çocukların ösys tercihlerinde hangilerini üst sıraya yazdıklarına bakarsanız, toplumun özlemini de anlayabilirsiniz tabii. bu özlem, 12 eylül döneminde “dizayn edilmiş” üniversite kalıbına uymuyor.

fakat bürokratik oligarşi, her çocuğu aynı tornaya sokup taptuk emre tekkesinin değnekleri gibi birörnek odunlar çıkarmak için direniyor.

profesör ayşe soysal, “boğaziçi türkiye için biraz fazla özgür kaldı” demiş. kibar kadındır, “iki numara büyük geldi” dememiş. oysa çok iyi hatırlayacaktır, otuz yedi yıl önce, ayşe ve ben orada okuduğumuzda da öyleydi, eski robert college.

oysa türkiye’yi boğaziçi’nin düzeyine çekebilseydik memleket kurtulacaktı.

yök, çekemezsin diyor.

yök yasası’na göre, üniversiteler, “atatürk inkılapları ve ilkeleri doğrultusunda atatürk milliyetçiliğine bağlı, türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini taşıyan, türk olmanın şeref ve mutluluğunu duyan, aile, ülke ve millet sevgisiyle dolu, türkiye cumhuriyeti devleti’ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren” öğrenciler yetiştirmekle yükümlüdürler.

buna göre, yabancı uyruklu bir öğrenci bizim üniversitelerimizde ya okuyamaz, ya da gizli servislerimize ajan olarak girer.

bekâr kalması da son derece sakıncalıdır, “aile sevgisi” direktifine uymaz.

ya da bu yasayı yumurtlayanlar, tuzla piyade okulu’yla üniversiteyi karıştırmışlar!

üniversitenin görevi atatürkçü yetiştirmek değildir. aslına bakarsanız, üniversitenin birinci görevi öğrenci yetiştirmek, birilerini meslek sahibi yapmak, o­nlara para kazandırmak, askere gittiklerinde yedeksubay olmalarını sağlamak falan da değildir.

üniversite bilim üretir ve bunu öğrencilerine aktararak bilimi kimin “işe vurmaya yetkili” olacağını saptar. doktor yetiştirmez, tıp bilimini kimin özümseyip kimin özümseyemediğine ve bunu kimin uygulayabileceğine karar verir.

ama bizde üniversite, azıcık sosyal bilimler dışında hiçbir bok üretemez.

çünkü yüksek lisedir.

yök, yeni çıkardığı bir yönetmelikle, kendi yasasında yer alan, yukarıda da zikrettiğim ilkelere ters düşen yabancı diplomaları da denk saymıyor, tanımıyor ve o­naylamıyor. öğrencinin, dışarıda, yök’ün hoşuna gitmeyecek “herhangi bir ders almış” olması yeterli, seçmeli meçmeli de olsa... diplomanın kendisi, seçilen bilim alanı falan önemli değil, bir tek ders yeterli!

örneğin harvard’ı bitirseniz, orada cinsel sapmalar üzerine bir psikoloji dersi aldıysanız, sizin diploma bizim burada paçavra. çünkü “türk aile mefhumuna” uymaz.

elbette bu yönetmelik el ezher ya da tahran üniversitesi gibi yerlerde okuyan “potansiyel el kaide militanlarını” ufalamak üzere çıkarılmış ama yarın bir manyağın bunu benim dediğim düzeye çekmeyeceği ne malum?

buna göre, kurtuluş savaşımızın karşı cepheden görünüşünü, yunan ordusunun harekât planını da inceleyemezsiniz, vatana ihanet olur.

ben de ayvayı yedim ayşeciğim, çünkü 1972-73 ders yılında, rahmetli profesör ali alparslan’dan (o zamanlar doçentti) hem merak ettiğim için, hem de not ortalaması yükseltmek amacıyla “osmanlıca” dersi almıştım! eski yazıyı da bayağı sökmüş, dili çok koyu olmamak şartıyla osmanlı metinlerini şakır şakır okumaya ve de kendim de yazmaya başlamıştım... gitti çöpe bizim kapı gibi boğaziçi diploması! o dersi almama izin veren bizim mantikas’ın (eski kayıt işleri müdürümüz) elleri kırılsaydı!... fakat adamcağız günün birinde türkiye’nin böyle cılkının çıkacağını nereden bilebilirdi?

sevgili bürokrasi, buna da faşizm denir, zarar yok.

nasıl olsa yakın zamanda bunu açık açık da uygulayacaksınız, bahçeşehir’i, boğaziçi’ni falan kapatırsınız, ayşe de evinin kadını olur. baksanıza, “ben aslında yemek yapmayı severim” demiş, bu hıyar toplumda üniversite yönetmekten o da memnun değil.
melankomik
çocuk gibi biri. çocuklar nasıl her şeyi çok kolay sanırlar, parası var mı bilmeden babalarından her şeyi isterler ya, öyle işte.
schumi
laf sokmada, kelime oyunu yapmada birebirdir. cesurdur, gözü pekdir. ilk defa yazılarını okursanız ya çok engin bir birikime sahip biri gibi görürsünüz, veyahut ona buna laf sokan bir adam gibi görürsünüz. ikisinin de birleşimidir efendim.
idiamin
ben...

bu işin...

kolayını buldum arkadaş!

bundan böyle...

her kelime bir satır.

köşe doldu mu kaçarım, kralını tanımam.

bu piyasanın enayisi...

ben miyim laayn?

böyle yapıyorlar...

söyleyecek lafı olmayanlar...

bir de halk cahil ya,

kolay okusunlar diye.

halkın kapasitesini...

zorlamayalım arkadaşlar...

“kapasite” diye frenkçe bir laf ettim,

ulusalcı olmadı, özür dilerim...

fakat laga lugayla

yazı şişirmek ne kadar zormuş yahu...

kolay olsun dedik

daha zor oldu!

içine de bir şey koymak şart,

hepten bomboş kalmasın.

fikire benzer bir şeyler lazım.

işte buldum:

akp’ye oy verdin, susuz kaldın...

oh olsun sana,

göbeğini kaşıyan,

kısa bacaklı,

kıllı ayı!
cremaster
20.08.2007 tarihinde engin ardıç yazıyor:

allah iyiliğini versin necati!

konuşma necati, konuştukça batıyorsun...

sen tatile gitmemiş miydin yahu, ne geldin buralara?

ayvalık’a takılsana, seçimde madara olan herkes orada... nihat’ın meyhanesi ağlama duvarına döndü.

kaç gündür, “devrimciliği temsil eden güçlü cumhurbaşkanlığı makamıyla”, “halkın daha çok demokrasi ve daha çok tüketim arzusunu temsil eden güçlü başbakanlık makamı” arasındaki dengenin bozulduğunu yazıyorsun. bu denge seksen yıl önce kurulmuş. atatürk, ben devrimciyim, başbakan da halkın arzularını dile getirsin demiş.

sonra da, halkın sesi fethi okyar’ı görevden alıvermiş.

bugüne kadar, daha doğrusu abdullah gül’ün seçileceği güne kadar, türkiye cumhuriyeti’nin bütün cumhurbaşkanları “güçlü laik ve devrimci” kişilermiş. bu bir nehirmiş, bu bir nehir suyunda derin bir dip akıntısıymış.

örneğin memleketi altı yıl kaskatı bir faşizmle, dört yıl da daha yumuşatılmış bir diktayla idare eden milli şef ismet inönü, devrimciymiş.

fakat daha önce başbakanlığı sırasında da “daha çok demokrasi ve daha çok tüketim arzusunu” temsil ediyormuş, öyle de zıt bir nehir varmış ya... başbakan olduğu sürece tüketimci, çankaya’ya çıkınca birdenbire devrimci.

çünkü tüketim devrime aykırıdır arkadaşlar! halkın arzuları da devrime aykırıdır!

bu çankaya’da ne varsa, insanı devrimci ediveriyor. örneğin darbeden yirmi dört gün önce menderes’e “emrinizdeyim muhterem başvekilim” gibilerden bir mektup yazan ve darbe sabahı izmir’deki yazlık evinden uykulu uykulu neredeyse pijamasıyla derdest edilip uçağa bindirilen ve ankara’ya götürülüp cuntanın başına geçirilen cemal gürsel, say ki fidel castro mübarek!

ister misin abdullah gül de havaya girsin de önümüzdeki hafta hayrünnisa hanım’ın türbanını caart diye patiska yırtar gibi yırtıversin!

cevdet sunay... haa, bak o çok devrimciydi rahmetli. o kadar devrimciydi ki, hızını alamayıp bir de silahlı kuvvetler birliği kurmuştu, iç hizmet talimatnamesinde ara ki bulasın...

ama hiçkimse devrimcilikte fahri korutürk’ün eline su dökemez.

çünkü eşi çok güzel resim yapardı. islam’da suret tasviri yasaktır, bu bakımdan.

bu çankaya’nın havasında suyunda ne varsa, insanı fırçaya ve yağlıboyaya yöneltiyor galiba... kenan evren bile picasso’nun tablolarına bakıp bakıp “bu da bir şey mi, bunu ben de yaparım” demişti.

zorunlu din dersi koyan ve imam-hatip okullarını, yani meslek liselerini diğer liselerle bir tutan adam, klasik bir ataürk devrimcisiydi vallahi.

(laf aramızda, atatürk ilkeleri arasında “askerin politikaya karışması” var mıydı yahu? ben tersini hatırlıyorum da...)

ister misin abdullah gül de keçi sakal bırakıp ya da kafayı kazıtıp... fakat o herhalde figüratif değil soyut takılır, jackson pollock tarzı... hem suret yok, hem de amerikan etkisi var, yeni dünya resim düzeni...

nehrin dip akıntısı doğrultusunda celal bayar devrimciydi de, devrimci adamı neden devirdiniz yahu? inönü’yü dört yıl daha tüketimci başbakan yapmak için mi?

fakat en tüketimci ve de tüketici başbakanlarımız da suat hayri ürgüplü, nihat erim, ferit melen, naim talu, sadi irmak ve de bülend ulusu olmuşlardır ha... hepsini de halk seçmişti.

refik saydam, hasan saka, recep peker, şükrü saracoğlu, şemsettin günaltay da senin tanımınla “halkın demokrasi arzusunu temsil ederlermiş” ama ben bilemem, yaşım tutmaz.

vallahi haklısın, demirel başbakanlığı süresince nasıl demokrat ve tüketimciydi de cumhurbaşkanı olur olmaz nasıl zırt diye yüz seksen derece dönmüştü...

fakat turgut özal neciydi yahu, hem tüketimci hem demokrat ama hem de cumhurbaşkanı olmuştu... tüketimciliğe ihanet mi etmişti?

necati, sen de halka sorsana: sayın müşterilerim, şu derin dip akıntılı devrim nehrinde kürek çekmeyi bırakayım mı, yoksa bırakacakmış ayağına yatıp enayilik etmeyeyim, kayıkçılığı sürdüreyim mi?

şimdi moda o da, o bakımdan vay vay vay.



22.08.2007de necati doğru cevap verir gibi oluyor:

allah sana da akıl versin!

hayatları boyunca dini siyasete alet etmişler son seçimlerde çok yüksek oy alınca sen de hemen rüzgâra uydun, allah’ı kaleminden düşürmüyor, “allah iyiliğini versin necati” diye yazılar döktürüyorsun. seviyeli olsa başımın üstünde. seviyeyi düşürmeyi, vasatın altına inmeyi karakterin ve yazı üslubun haline getirip, bizim de senin düzeysizliğine düşmemizi bekliyorsun.

sonra da deliriyorsun.

bekir çoşkun’a kızıyorsun.

necati doğru’ya kinleniyorsun.

sana cevap vermiyorlar, seni okunabilir bir yazar ve üzerinde kalem oynatılabilir bir kimlikte, kişilikte görmüyorlar diye başlıyorsun küfür etmeye.

kaşalotlar.

geri zekâlılar.

düdük makarnaları.

öküzler.

kemalist yeteneksizler.

allah sana akıl fikir versin. bu düzeysizliğin nesine cevap verelim. durmadan da böbürleniyor, kibirleniyor, “ben bu memlekette doğacak adam mıydım, fransız gazetelerinde fransızca, ingiliz gazetelerinde ingilizce günlük makale bile yazacak çaptayım” diye kendi kendini övüyor, bu ülkeye kem gözlerle bakıyor, türkleri cahil, kaba, zekâ yoksunu, 1923’te yaptıkları “kemalist devrimleri de bir çete hareketi” diye aşağılayarak “mütareke basınının” yaşayan son temsilcilerinden biri gibi duruyorsun.


***


bekir çoşkun’u, çok okunuyor diye kıskanıyor, “senin 12 kelimelik cümleyle anlatmaya çalıştığını bekir’in tek kelimelik cümle kurarak anlatabilme yeteneğiyle alay etmeye kalkışıyor,” kısa anlatımlı, süssüz kelimelerle fakat içi dolu yazı yazabilenlerle dalga geçiyor ve “bekir ile

beni işten atması için aklın sıra patronu dolduruşa getirmeye” çalışıyorsun.

gerçekten aklın yok.

biz işsiz kalmayız.

bir gazeteden atılırız.

başka gazeteye çağırılırız.

ben yüzde yüz eminim: bekir senin yazdığın gazeteye gelmeyi kabul etse ve senin düzeysizliğine inip, “sizde yazarım ama engin ardıç’ı işten atacaksınız” dese, seni atarlar.

çünkü bekir yazar.

sen yazar değilsin.

sen rol yapıyorsun.

bekir samimi, gerçek.

“göbeğini kaşıyan adam” diye yazarken de samimi ve bu onun halkı çok sevdiğini gösteriyor. sen “bekir gazeteden atılsın” diye yazıyorsun, başbakan da “bekir ya abdullah’ı cumhurbaşkanı kabul etsin ya da türkiye’yi terk etsin” diye demeç veriyor. demokrat olmak konusunda düştüğün düzeyi görebiliyor musun?


***


emin çölaşan’ın köşesini elinden aldılar, köşesi olmayan bir yazara bile “vay... vay... vay...” diye son yazısının başlığıyla göndermeler yapıp, “ankara gazetecisi, kemalist, genelkurmay basın toplantısı yazarı” diye ağzından tükürükler saçarak saldırıyorsun. senin beğenmediğin emin, gazetesinden atıldığı gün senin gazetenin genel yayın müdürü serdar turgut, tv’de “emin çölaşan bizde yazabilir” diye çağırı yaptı.

vicdanın mühürlenmiş.

bekleyemez misin?

adam bir gazetede yazmaya başlasın. sana cevap verebilecek imkânı olsun. ama sen hep böyle yapıyor; “ya ölenlerin ya da köşesi elinden alınmışların arkasından” bol küfürlü, kin dolu, nefret saçan, içeriği boş, şahsileştirilmiş yazılar yazıyorsun.


***


okuduğunu da anlamıyorsun.

benim son yazıları da anlamamışsın. bir yığın isim sayarak ve onların iktidar için yaptığı kavgaları kanıt gösterip arkasına saklanarak; “mustafa kemal ve ilkelerine” dudak bükme rolü yapıyorsun. kemalist rüzgârlar yükselirken kitap yazıp atatürk’ü övmüştün. solcu rüzgârlar yükselirken solcu olmuştun, şimdi de “islamcı liberal rüzgârlara” yelken açmaktasın. ben diyorum ki; “türkiye cumhuriyeti’nin kurucu babaları yani mustafa kemal ve ilkeleri; devrimcilik, laiklik, demokrasi ve halkçılığı birlikte aynı nehir içinde akan dalgalar olarak” kabul ettiler ve cumhuriyeti öyle kurdular. bunun en somut göstergesi, cumhuriyet nehrindeki demokrasi dalgasını arkalarına alarak “hayatlarını laikliğe karşı olmak üzerine kurmuş tayyip erdoğan’ın başbakan, abdullah gül’ün de cumhurbaşkanı” olabilmesidir. bu iki politikacı, siyasi hayatları boyunca mustafa kemal’i “beton mustafa” diye aşağıladılar, şimdi ise en keskin kemalist oldular. niçin?

senin fikrin ne?

nasıl açıklıyorsun?

fikrin varsa yaz.

küfür etmeden.

düzeyli...


ardından hemen bir gün sonrasında engin ardıç o kendine has uslubuyla lafı yerine koyuyor ve bize sadece eğlenmek düşüyor:

vazgeçtim allah iyiliğini vermesin necati

hayatında herhalde allah kelimesini ağzına hiç almamış olan çok ilerici necati doğru, benim “allah iyiliğini versin” şeklindeki son derece masum dileğimi “dini siyasete alet edenlerin rüzgârına uymak” şeklinde yorumlamış.

bu kafada gidenlerin niçin hayatları boyunca iktidara gelemeyeceklerini dönüp dönüp anlatıyorum, bu sefer de aklımın ve fikrimin olmadığını söylüyor.

gülüp geçecektim, “sen yazar değilsin” gibi parlak yargılarına...

ancak, benim “bekir ile necati’nin işten atılmalarını istediğimi ve bu amaçla patronu dolduruşa getirmeye çalıştığımı” söyleyince dayanamadım.

ben böyle bir şerefsizlik etmedim, etmem necati. kaldı ki senin patronun da böyle bir dolduruşa gelecek kadar eşek değildir.

ama senin bu yaptığına iftira mı, haksızlık mı, gaddarlık mı, alçaklık mı, adilik mi denir, adını kendin koy.

yoksa, seçimde madara olmanın ve bunun yüzüne vurulmasının getirdiği buruk öfke mi, bilemem.

necati, benim kalemimden “ben bu memlekette doğacak adam mıydım” cümlesi asla çıkmadı.

kimseye kinlenmedim, niçin kinleneyim? şöhretlerini mi kıskanacağım, kazandıkları parayı mı? bu ikisinden bende bolca var necati, ben kıskançlık bilmem. yalnızca senin gibilerle dalgamı geçtim, geçerim, işim bu. çünkü geçilecek işler yaptınız.

kimseyle polemik gayretinde değilim, senin deyiminle “beni okunabilir bir yazar olarak ve üzerinde kalem oynatılabilir kimlikte ve kişilikte” görüp görmemeleri de onların sorunudur, benim değil. gören yüzbinlerce kişi var, bana yeter.

fakat... “bekir gazeteden atılsın” demişim... oha be necati, oha, mine’nin deyimiyle!...

nasıl bu kadar çarpıtabilir, saptırabilirsin necati, nasıl? aklım almıyor, ağzım açık kalıyor.

necati, yalan yazıyorsun. birçok konuda.

sen, yalancısın. sen makbul bir adam değilsin. sen iyi bir insan değilsin.

üstelik, “bekir’in ‘göbeğini kaşıyan adam’ demesi halkı çok sevdiğini gösterir” derken de, komiksin.

üstüne üstlük, “türkiye cumhuriyeti’nin kurucu babaları devrimcilik, laiklik, demokrasi ve halkçılığı aynı nehir içinde akan dalgalar olarak kabul ettiler” dediğinde ya zır cahilsin, ya da hep yaptığın gibi amigoluk ediyorsun. onlara demokrat demen ya bilgisiz ya da art niyetli olduğunu gösterir. öyle de böyle de, yalan ve yanlış yazıyorsun.

necati... bekir coşkun da, emin çölaşan da buyursunlar, akşam gazetesi’nde yazsınlar, ben gocunmam. bu gazeteye kimin gelip kimin gittiği beni hiç ilgilendirmez, serdar turgut’un bileceği iştir, benim değil. gelsinler, yanyana yazalım, benim ak dediğime onlar kara desinler.

istersen sen de gel... bozulmam. vallahi ağzımı açmam. (bak, “vallahi” dedim, dincilere yağ çektim.)

ama sözümü geri alıyorum, allah iyiliğini vermesin necati.

sadece müstahakını versin.
benduruyorumsebagitti
her yazısında, beni bir kez daha kendisine hayran bırakan "aşmış abi"miz.
ona kızanlar, niçin kızdıklarını iyi düşünmeliler.çünkü hoşlarına gitmeyen şeyler söylüyor.ezberleri bozuyor.ilkokul sosyal bilgiler,hayat bilgisi derslerinden aldıklarını kendileri için yeterli görenlerin gücüne gidiyor tabi.
hayat hiç öyle değil arkadaşlar...bildiğiniz gibi değil.hadi okumadınız,öğrenmediniz bari engin ardıç okuyun da öğrenin.öğrenmek de istemiyorsanız buyrun devam edin.biz her sabah gazeteyi ilk önce onun köşesine bakmak için alıyoruz.
benduruyorumsebagitti
bugünkü "hoşçakalın" başlıklı yazısıyla aksam’dan ayrılmış, üstad.

http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=108855,10,2

ayrıkotu değil; vahaydın sen, basında ve artık ulusalcı mevkutesi haline gelen aksam’da. o deli saçması yığını para verip almaya artık gerek yok.

sabah’ta yazması için teklif götürülmüş, inşallah kabul eder de, o muhteşem yazılarından mahrum kalmayız.
0 /

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol