bir kediyi, bir de çocuğu hoplayıp zıplarken görmekten fena halde haz duyarım. her ne kadar resim ve tasvirlerde sıcağa sığınmış uyuklayan kediler yer alsa da, ben hazzetmem uyuşuk kedilerden. ve tabii çocuklar da...
eskilerin, epey eskilerin ileride iş yapacak sağlam, girişken ve gözünü budaktan sakınmayan birey ararken, çocukların kafalarını sıfır numaraya vurup, kafadaki kırık sayısına göre seçim yaptıklarını duyduğumda yüzümde benzersiz bir mutluluk gülümsemesi belirmişti.
yara demek deneyim demek değil miydi aslında? ve her yara belki bir özgürleşme madalyasıydı.
kediler özgür olmalı... ve tabii çocuklar da...
eski aristokrat evlerin mahzenlerinde saklanan kavanozlar vardır. hani şu hacı abdullah türü lokantaların raf ve vitrinlerini süsleyen türden. muhteşem bir şeffaflık ve içinde billur gibi bir sıvıda duran meyve ve sebzeler. turşu yahut komposto olarak bekletilen bu cam kavanozlar nedense hep içimi burkar. ve ne zaman yüzünü cama dayamış, sokağı seyreden bir çocuk görsem hep bu kavanozları hatırlarım. bir çeşit mahpus hayatı gibi gelir bana o çocuğun yaşamı.
çocukluğun turşusu kurulamıyor maalesef ve çocuktan kompostonun tadı pek hoş olmaz sanırım. ezilir çocuk ruhu, camdan bölmelerin ardında, lakin ebeveyn onu tehlikelerden korumak için içeride tuttuğuna inanır. koruma güdüsünün neden olduğu tutsaklık!
bilumum tehlike işte; kötü arkadaş, kirli çevre, terleme, yorulma, sakatlanma vesaire... ama atalarımız kafasındaki kırık sayısına göre belirlermiş çocukların geleceğini... bu nedenle kafasında kırık izi olmaz yanağını cama dayamış çocukların. gözlerinde ezik bir hüzün, yanakları cama dayalı bir şekilde buharlaştırana kadar camları bakarlar dışarı. hayat oradadır; dışarıda; camın öte yanında... durmaksızın akıp gider yollar, sokaklar, oyunları...
kirli çocuklar görürler camdan yanaklı çocuklar... terlemiş, düşüp dizini kanatmış, burnu akan... anlamam çocuklarını camdan kafese hapseden anneleri; çimlere basmayınız levhalarını koyan devletlûları anlamadığım gibi.
ne münasebet çimlere basmamak! çimler basılmak içindir, toprak üzerinde uzanmak!
esasen beton yapılarla çimleri çevrelen zihinlere asmak lazım tüm uyarı levhalarını... upuzun gökdelenlerle dilim dilim dilimlenmiş masmavi gökyüzünü, kuyunun içindeki kurbağa gibi hüzünle izleyen cam yanaklı çocuklar hep hüzünlendirir beni.
bebekler henüz daha gözlerini bile açmadan el ve ağızlarıyla, yani dokunarak tanıyıp, zihinlerine tanımlarlarmış çevreyi. minik bir bebeğin yakaladığı her şeyi ağzına götürmesi, onu yemek istemesinden değil, bu dokunarak tanıma sürecinin olağan reflekslerinden biriymiş.
bu nedenle bir tek camı tanıyabiliyor cam yanaklı çocuklar. yağmura dokunamıyor, çamura, çime, toprağa, arkadaşının dizine, topa ve daha bin çeşit şeye...
oysa kediler dokunmalı ki, hayat denen o eşsiz mucizevi kaynağın neşesini hissetsin insanoğlu.
ve çocuklar da...
dokunmalı...
ve çekmeli yanağını camlardan...
kırıp camdan kafesin duvarlarını dışarıya çıkmalı mutlaka. temas etmeli. ve koşmalı hatta... hoplayıp zıplamalı tıpkı kediler gibi. düşmeli, kanamalı, canı yanmalı, iyileşmeli sonra, izler kalmalı küçük yaralanmalardan bacağında...ve biz bu yaralara bakarak anlamalıyız hayatımızın anlamını.
insan yaşadığını ancak o zaman hissediyor zira!
özgür olmalı çocuklar.
ve tabii kediler de...
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?