pink floyd

0 /
floydian
can dündar´dan syd barrett üzerinden pink floyd hakkında bir yazı:

o hüzünlü gitar soloyu ilk duyduğumda 15’imde olmalıyım.
gitarın açtığı yoldan bir bateri atak yapıyor, sonra bir çığlık, ağır melodik motiflerle ilerleyen parçayı yırtarcasına yükseliyordu:
"hatırlıyor musun, gençliğinde güneş gibi parıldardın/
şimdi semada kara deliklere benziyor bakışların/
patlat kendini çılgın elmas / haydi gel ve parılda!.."
kimbilir kaç uykusuz gecenin ortağıydı, kapağında yanarak el sıkışan adam olan bu albüm; kaç ayrılık kabusunun, kaç kavuşma hasretinin yoldaşıydı.
"şimdi aynı akvaryumda yüzen iki yitik ruhsuz yalnızca/
yıllar yılı aynı eski toprakları aşındırarak ne bulduk ki?
aynı eski korkulardan başka... / burada olsaydın keşke..."

* * *
şarkıya ilham veren adamın gerçek öyküsünü nice sonra öğrendim. (pink floyd, stüdyo imge, 1996)
adı; syd barret’ti.
cambridge lisesi’nden arkadaşı roger waters’la okul çıkışı, burs paralarını barlarda harcar, geceleri motor yarıştırır, sonra uyuşturucu ve seks için eve kapanırlardı.
o yıllarda bir yandan gitar çalmayı öğreniyor, bir yandan da rolling stones dinleyip, ilerde kuracakları grubu hayal ediyorlardı.
20 yaşına gelince hayalleri gerçek oldu.
syd gitar, roger bas çalıyor, aynı liseden rick wright klavyede, nick mason davulda oturuyordu.
gruba isim ararken syd, hayran olduğu iki cazcının, pink anderson’la flyod council’in adlarını birleştirmişti.
pink floyd böyle doğdu.

* * *
ilk albümde tüm sözleri syd barrett yazmıştı. yan yana düşen çılgın sözcüklerden şaşırtıcı mısralar oluşturan inanılmaz sözlerdi bunlar...
syd bir dahiydi; ama fazla "uçmaya" başlamıştı. güne, kahvesine acid atarak başlıyor, günde 3 - 4 kez tribe giriyordu.
cromwell yolunda harabe bir evde, pink ve floyd adında, kendisi gibi acid düşkünü iki kedi ve bir sürü insanla birlikte yaşıyordu.
1967’de çevresine bir "duvar" ördü ve hepten içine kapandı.
katıldıkları tv programlarında boş bakışlarla oturuyor, konserlerde saatlerce aynı akorları basıyordu.
sonunda 1968’de, adını verdiği ve ilk albümünün bütün sözlerini yazdığı gruptan kovuldu.
pink floyd, "çılgın dahi"sini kaybetmişti.

* * *
annesi syd’i bir sanatoryuma yatırdı. 8 yıl orada kaldı. bütün gün televizyon karşısında oturup şişmanlıyordu.
o, hayattan koparken, pink floyd şöhrete kavuştu. dark side of the moon’la hepten patlamışlardı.
1975’te yeni bir albüm için abbey road stüdyosuna girdiklerinde tuhaf bir şey oldu. hep önce müziği yapıp, sonra üzerine söz yazdıkları halde bu kez david’in hüzünlü gitar solosunu duyan roger, syd için bir şarkı yazmak istedi "keşke burada olsaydın" döküldü dilinden...
sonrasını rick wright anlatıyor:
"stüdyoya geldiğimde kanepede şişman, iri yarı, kel bir adam oturuyordu. miksaj masasında çalışmaya başladık. roger’e adamın kim olduğunu sordum, bilmediğini söyledi. 45 dakika sonra aniden bu adamın syd barrett olduğunu fark ettim. yıllardır onu görmemiştik ve tam kendisi için yazılan bir parçanın vokallerini kaydederken çıkagelmişti. dişlerini fırçalayıp yanımıza geldi:
’- peki ben gitar kayıtlarını ne zaman yapıyorum?’ diye sordu.
’- üzgünüz syd, gitar kayıtları yapıldı’ dedik."
roger waters ise o günü şöyle hatırlıyor:
"karşımda iri, şişman, delirmiş bir adam vardı. üstelik tam ’keşke burada olsaydın’ı kaydederken gelmişti. gözyaşlarımı tutamadım. syd tutkulu insanların yok oluşunun en uç noktasını simgeler. modern hayatın hüznüyle ancak böyle baş edebiliyordu".

* * *

geçen ay pink floyd, 35. yıldönümünü "echoes" (yankılar) adlı bir albümle kutladı. 26 eski şarkının yer aldığı albümü alıp cd - çalarıma koyduğumda, 15 yaşında başucumdan eksik etmediğim albümün kapağındaki "tokalaşırken yanan adam" geldi gözümün önüne...
buruk gitar soloylo başlayan parçayı seçtim ve onun hüzünlü tellerine tutunup çeyrek asır öncesine geçtim:
"hatırlar mısın, gençliğinde güneş gibi parıldardın /
şimdi semada kara delikler gibi bakışların... (..)
keşke burada olsaydın...

ithilquessir
sik sik yanlis anlasilan, yada yeterince, degerince iyi anlasilmayan, turkiye’ye waters’in gelmesinden sonra birden pop cevrelerde ve pop zihinlerde de populerlik kazanmis, yakinda cep telefonu melodilerinin de cikmasindan endise ettigim, tarihin en iyi muzik grubu. bu kadar.

kime gore neye gore degil.

insanlarin beyinlerini, kalplerini ve ruhlarini tamamen muzige actiginda ne olacaklarinin bir sembolu. zihin ve dusunceyi genisleten, insani baska boyutlara tasiyan, dunyevi ve bunyevi varliginizi geride birakmanizi saglayacak narkotik muzik turu.

dudaginizin ucunda yuzyillardir kurumus ama bir turlu soyleyemediginiz, dogru kelimeleri bulsanizda mukkemmele ulastiramayacaginiz sozlerin tercumani pink floyd.

dogdugumdan beri evin cesitli yerlerinde caldi pink floyd , dark side of the moon albumundeki saat tiktaklari benim gecmise donuk en eski anim.
sonra ilk defa amcam 14 yasimda beni salonda yanina cagirip, "kus otuyo mu lan" demek yerine, bir dinle bak su sarkinin sozlerini diyerek confortably numb’i tanitti bana.
muzigi duydum. o anlik aydinligi yasadim yavas yavas. bir anda oturmadi pink floyd ruhuma, buyudukce, gelistikce, adim adim, sanki cektigim her nefeste kanimi zehirlercesine sardi beni. arsenigim oldu gilmore’un penasi, ve leave us kind alone oldu tenim. o zamanlar sadece isyan yani vardi pink floyd’un.
atom heart mother oldu ilk aldigim, ve en cok sevdigim albumleri.
pixie’ye confortably numb’i piyanoda calarken asik oldum.
wish you were here’in basindaki soloyu cikaricam diye gitara basladim.
ve gecen her yil, daha fazla anlayip, ulastiklari seviyeyi daha iyi ogrendim.

pink floyd.
gelmis gecmis en iyi muzik grubu.

her biri bir nesile ruhunu kazandiracak insanlarin bir araya bir sekilde gelip ortaya cikardiklari jazz temelli muzik. waters’in sesinden kulaklarimiza, ve ordan benligimize dair her seye akan nehir.

senin benim olmadigim.
hepimizin bir oldugu.
ve olumun olmadigi bir duzlemde...

anlayabilecegimiz. ogrenebilecegimiz. dinleyebilecegimiz son sinir. sevgi ve saygi sozcuklerinin sonu yok ki.

muzigine kalbini ruhunu ve aklini vermis dehalara baska ne denir ki...

browncharlie
müzikleri ile bambaşka dünyalara gark ettiren saykodelik rock'ın şahı olan grup. high hopes,echoes,mother,shine on you crazy diamond gibi parçalarını dinlemeyeni döverler.
atalet
yıllardır en iyi albümlerinin hangisi olduğuna karar vermeye çalıştığım grup.
artık kararımı verdim. en iyi pink floyd albümü animalsdır.
fjhyf
rock müzik tarihindeki yerini hak eden gruptur. pink floyd'a bugün hala süren büyük ve popüler gücünü getiren şey 1973 ve 1979 arasında çok büyük ölçüde roger waters'ın fikirleri ve yaratıcılığı ile ortaya çıkmış albümlerdir. syd barrett dönemindeki pink floyd bugün yalnızca kolleksiyonerlerin hatırlayacağı bir grup olurdu. barrett sonrası, dark side of the moon'a kadar geçen arayış dönemi de öyle... waters ayrıldıktan sonra david gilmour'un ipleri ele aldığı son dönem ise iyi niyetli ve ele yüze bulaştırılmamış bir iş olarak görünüyor bana. daha fazlası değil.

syd barrett liderliğindeki ilk dönemlerinde her şey çok eğlenceliydi. 4 okul arkadaşı bir araya gelmiş ve kendi kitlelerini oluşturmuşlardı. üstelik yaptıkları işin 60'lı yıllar için bile epeyce garip olmasına rağmen... '67 yılında ise ilk albümlerini yaparlar. bu olaylar hepsi için de ister istemez ünlü olmak, para kazanmak hayallerini ortaya çıkarır. yaptıkları müzik ve underground kültürleriyle birlikte pink floyd'un büyük bir grup olacağı beklentisi yayılır. ancak işler tamamen bu kadar iyi durumda değildir. syd barrett gittikçe daha uzaklara kayar. aşırıdan da öte lsd kullanımı ve o “büyük pink floyd” hayallerine karşı kayıtsızlığı grubun sonunu yaklaştırmaktadır. herkesin hayran olduğu ve grubun sahibiymiş gibi algılanan barrett, sürekli dumanlı kafayla gezmekte, konserlerde saçma sapan şeyler çalmaktadır. kendinizi diğer üç kişinin yerine koyun. başarıyı bu kadar yakında hissederken barrett'a karşı tepkiniz ne olurdu? ya bu işi bırakacaktınız ya da barrett konusuna bir çözüm arayıp sahip olmak istediğiniz şeye doğru ilerleyecektiniz. tüm bunlar grup elemanları daha 20-24 yaşlarındayken olup bitiyordu ve sanırım o dönemde barrett dışında herkes büyük bir grup olmayı ve onun getireceği görkemi çok istiyordu. bu durum büyük bir sıkıntı kaynağıydı... . gruba sahne işini idare etmesi için gilmour getirildi, roger waters işi gücü ele almaya ve pink floyd'u ayakta tutacak bir şeyler yapmaya çalıştı. barrett ise hep daha kötüye gitti. bu arada olanlar kitaplar dolusu anı ve yorumla onlarca kez anlatılmıştır herhalde ancak sonuçta barrett gitti ve gilmour'la grup devam etti. burası kesin. ancak barrett'ın bu tükenişi, waters'ın üstesinden gelemediği bir acı ve belki biraz da suçluluk duygusu olarak hep içinde kaldı. wish you were here ve the wall albümlerinin büyük kısmı bu tecrübeden kaynak alır. grup gittikçe büyüdü ve 1973 yılında “dark side of the moon” albümü ile tüm dünyaya yayılan dev bir üne sahip oldu. bu aşamada, yeni yetmeliklerinden beri olmasını bekledikleri şey artık olmuştu ancak albümün sözlerini inceleyince waters'ın daha sonra da yıllar boyunca üzerinde duracağı, modern yaşamda yer alan insanın yaşadığı yalnızlık, güvensizlik ve anlamsızlık buhranları konusunu ele almaya başladığını görürüz. sonraki yıllarda, waters gidene dek, bu konu işlenir.

waters'ın anlatmak istediği hikaye “modern life” olarak bahsettiği, günümüz toplum yapısı üzerinde döner. bu olguyu her şarkıda başka bir açıdan inceler. insanları tüketen yönlerini açığa vurur, çelişkilerini, ezici gücünü ve acımasızlığını eleştirir. “dark side of the moon”'da günlük telaşe ve koşturmanın, düzene ayak uydurarak kaybolup gitmenin insanları getirdiği noktayı bence en iyi “time”da ifade etmiştir. modern insanın anlamsız bir şekilde zamana olan köleliğini ve içinde bulunduğu anın, yaşadığının farkında olmadan geçirdiği boşa gitmiş ömrünü anlatır. özellikle parçadaki şu dörtlük etkileyicidir:

"bıkkınsın güneşin altında uzanmaktan, yağmuru izlemek için evde oturmaktan
gençsin ve yaşam uzun ve öldürecek zamanın var bugün ve sonra bir gün fark ediyorsun ki on yılı arkanda bırakmışsın
kimse söylemedi sana ne zaman koşman gerektiğini, kaçırdın start anını..."

roger waters'ın o görkemli, tematik pink floyd albümlerinde odaklandığı bu konu tam da pink floyd dinleyicisi olacak batılı ve şehirli kitleyi kalbinden vuruyordu. insanlar şarkı sözlerine ve grubun yarattığı müziğe kapıldılar, kendi dünyalarından çok şeyler bularak albümleri sahiplendiler. grubun, dinleyicinin yüreğinden konuştuğu bu ilişki sayesinde bunca yıldır pink floyd'un müziği hep diğerlerinden ayrı, ruhani, neredeyse dini bir deneyim gibi yaşandı. bu etki de one slip veya take it back gibi parçalarla olmadı tabii. dark side of the moon, wish you were here, animals ve the wall albümlerinin sonucudur... özet geçersem, pink floyd 1960'larda syd barrett'ın interstellar overdrive ve astronomy domine parçalarıyla (neptun, titan... stars can frighten) o dönemin uzay çağı ve bohem underground müzik yöneliminin tam karşılığı oldu. sonra waters ile şehirli insan buhranının karşılığıydı. 80'lerden sonra da gilmour ile içi boş, şekli güzel bir gruba dönüştü.
floydian
sabah gazetesinden mehmet tez´in yazısı.

pink floyd tarihin en büyük grubudur

i pod’çulara bir haberim var. muhtemelen daha uzun yıllar radiohead şarkılarını i pod’larında dinleyemeyecekler. nedenini solist thom yorke şöyle açıklıyor: "biz albümlerimizi bir bütün olarak dinlensin diye yaptık. içindeki şarkılar 99 cent’e tek tek satılsın diye değil." işte karakter budur. haberi q’da okuyunca büyük grup olmakla ilgili fikirlerim netleşti.

waters istanbul’da
büyük grup demişken pink floyd sevgim şu sıra yeniden yeşeriyor. sebebi, roger waters’ın 20 haziran istanbul konseri ve david gilmour’un yeni çıkan albümü on an island. şimdi sıkı durun bir haber daha veriyorum. gilmour nisan ayında grubun klavyecisi rick wright ile turneye çıkıyor. roger waters da aynı dönemde davulcu nick mason ile turnede olacak. buraya gelecek grubun içinde nick mason’ın olup olmadığını bilmiyorum ama mason, waters’la çalacak o kesin. ekip bir türlü bir araya gelemiyor o da kesin. bu denli bölünmüş bir grup da ben müzik tarihinde bilmiyorum. pink floyd tarihin en büyük grubudur benim için. en büyük müzik girişimidir. en büyük fenomendir. rock tarihinin en çok satan albümü hala the dark side of the moon (1973). 30 milyondan fazla sattı. billboard listelerinde 20 yıla yakın kaldı. hala da satıyor. dünyanın dört bir yanında pink floyd’u bilir insanlar ve yaşlı genç fark etmez, müziğini dinlerler. 70’lerin başında yükselen değerler rock’n roll, sahne şovu, festivaller, cinsel özgürlük, disko, kokain, marihuana, çiçek çocuklar, bob dylan, john lennon, led zeppelin, rolling stonesboşlukları siz doldurun. saymaya kalksam sayfalar yetmez. bütün bunları bir kenara koyun, pink floyd’u diğer kenara. boy boy resim çektirmemiş, çapkınlık ve skandallarla magazin basınının gözdesi olmamış, sahnede kafa sallamamış, kendini promosyona adamamış, çok fazla röportaj da vermemiş bir ekip. şimdiki gibi mtv bombardımanı olmayan, grupların sadece şarkıları aracılığıyla tanındığı bir dönemde, üstelik bu kadar da mütevazı bir tavırla nasıl bu kadar büyük olunabiliyor? sanırım işini iyi yapmak ve trendlere kulak asmamak çok önemli kalıcı olmak için. iyi ve değerli bir şey, her zaman hak ettiği yeri buluyor. en azından pink floyd’a bakınca buna inanmak için bir nedeniniz oluyor. (syd barrett’tan başka bir yazıda söz etmeye ne dersiniz? belki bu konuda bana yazacağınız şeyler vardır david gilmour’un yeni albümü on an island’da 10 şarkı var. albüm, hayata karşı alacak verecek hesabını tamamlamış 60’larında bir insanın albümü. kendisi birkaç yıl önce 100 milyon pound u aşan servetini çocuklar yararına çalışan bir vakfa bağışladı. "benim bu yaşta o kadar paraya niye ihtiyacım olsun ki" diyerek. her yaşı hakkıyla yaşayan insanları seviyorum. 60 yaşında hala kadın peşinde olmayan, estetik yaptırmayan, hayatının amacı salata yemek olmayan insanlarıböyle bir insan bana gitar çalıp bir şey anlatmaya çalışıyorsa onu dinlerim. kulak veririm. pink floyd’u bilmesem de kulak veririm.

modasi hiç geçmez
albüme gelince; ben kimi zaman wish you were here’deki shine on you crazy diamond’ı, kimi zaman the dark side of the moon’daki time’ı, breath’i, kimi zaman da final cut’taki post war dream’i dinler gibi oldum. hayatımda dinlediğim en iyi albüm değil. listeme girmesi de zor, ne yalan söyleyeyim. ama bu on an island’ın iyi ve batı’da dendiği gibi ’timeless’ yani modası geçmeyecek bir albüm olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

http://www.sabah.com.tr/cm/yaz1588-10340-101-20060317-103.html
floydiandm
benim için hakkında entry yazmanın en zor olduğu grup.

çünkü, ne söylersem söyleyeyim, bu grubu tanımlayabileceğimi sanmıyorum. dinlenmesi gereken, dinlemeden, sadece hakkında girilen entrylerden tam olarak nasıl müzik yaptıklarının anlaşılmayacağı bir grup. pink floyd’u ne kadar sevdiğim ise nickimden görülebilir.

garip bir entry oldu farkındayım.
darkkwayy
özellikle "another brick in the wall" - part 2 bölümüne ve klibine taptığım ; genel olarak tüm şarkılarını severek dinlediğim muhteşem grup...

we don’t need no education.
we don’t need no thought control.
no dark sarcasm in the classroom.
teacher leave the kids alone.
hey, teacher leave the kids alone!
all in all it’s just another brick in the wall.
all in all you’re just another brick in the wall...


zerkalo
yaptıkları müzikle adama sopa atan, insan evladının yapabileceği en iyi konulu müziği yapan, gitarın tellerinden çıkabilecek olası en mükemmel titreşimi çıkartan insanlar topluluğu. sözün bittiği yerde hep onlar vardı.
http://www.pinkfloyd.ir/pinkfloyd-index.jpg

hatırlar mısın, gençliğinde güneş gibi parıldardın,
şimdi semada kara delikler gibi bakışların.
keşke burada olsaydın…
0 /

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol