iran a şeriat özgürlük vaatleriyle geldi

cyranonunburnu
soner yalcın’ın bugünkü yazısının baslığı. tam olarak ’iran’a şeriat ’demokrasi’ ve ’özgürlük’ vaatleriyle geldi.’ şeklindedir 50 karakter kısıtlamasından bu şekilde taşıyabildim.

yazının tamamı aşagıdadır. bence fazla bir yoruma ihtiyaç duymamaktadır. yazının orjinali için:

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/7341379.asp?yazarid=218

(bkz: iran devrimi)

iran’a şeriat ’demokrasi’ ve ’özgürlük’ vaatleriyle geldi


akp’nin anayasa tasarısı hazırlıkları, türkiye’nin bir saklı gündeminin doğmasına neden oldu: "darbe mi? şeriat mı?" işte türkiye’nin gizli gündemi bu soru. herkes bunu tartışıyor. ne rastlantı; yıllar önce, islam devriminden önce benzer soru iran’ın da gündemindeydi. iranlı solcular, demokratlar, liberaller ve milliyetçiler bu soruyu tartışıyordu, darbeye karşı çıkıyorlardı. gelin iran’ın islam devrimi öncesi ve sonrası günlerine gidelim. bir de, "mahalle baskısı" var mıymış görelim.


merhaba. benim adım bahman nirumand. iranlı bir gazeteci-yazarım.

şah’ın devrilmesinde aktif rol oynayanlardanım.

ve aynı zamanda mollaların, demokrasi ve özgürlük getireceğine inanan milyonlarca solcu, demokrat, liberal ve milliyetçi insandan biriyim.

evet, humeyni yeryüzünde cenneti vaat etti bize. demokrasi gelecek, kimse fikirleri ve siyasal görüşleri yüzünden tutuklanmayacak, işkence yapılmayacak, kadınlara eşit haklar verilecek, giyim serbest olacaktı.

şah’ı devirdikten sonra mollaların camiye geri döneceklerinden emindik. devleti yönetecek durumda olduklarına inanmıyorduk.

yanıldık. kitaplardan ezberlediğimiz cümleleri, içi boş kavramları birbirimize söyleyip duruyorduk.

üzerinde durmadik

her şey 14 ocak 1979 tarihinde değişti. şah, iran’ı terk etti. ardından iran tarihinin en büyük yürüyüşü tahran’da yapıldı. sansür, yasak yoktu, istediğimiz gibi bağırıyorduk.

fakat mitingde ilk dikkatimi çeken, kim liberal musaddık ya da solcu şehitlerin resimlerini taşıyor ise mollalarca dövülüyordu.

pek üzerinde durmadık bu olayın, "hele bir kurtlarını döksünler, sonra sakinleşirler" diye düşündük.

ertesi gün gazetede, bir hırsızın genç mollalar tarafından yakalanıp, adına "islam mahkemesi" denilen bir mahalli heyet tarafından 35 kamçı cezasına çaptırıldığı haberini okuduk.

haberi ciddiye almadık; "üç beş sapsızın işi" dedik.

bu arada bira-şarap fabrikalarının yakılması, sinemaların tahrip edilip filmlerin sokaklara atılması gibi olayların üzerinde hiç durmadık. "ufak tefek şeylerin" toplumun demokrasi ve ulusal bağımsızlık yolundaki çabaları etkilemesini istemiyorduk.

biz bunları söylerken, mollalar tarafından, kadın ve erkeklerin yan yana yüzemeyecekleri; okullarda aynı sınıflarda olamayacakları; birlikte spor yapamayacakları gibi gerici kararlar ardı ardına alınmaya başlandı.

"müslüman kadınların yanında orospuların yeri yoktur" denilerek kadınlara örtünme zorunluluğu getirildi. özellikle üniversitelerde bu yüzden çatışmalar çıktı.

bu çatışmalardan rahatsız olduk; kadın sorununun güncelleşip ön plana geçmesini istemiyorduk! "asıl mücadele, emperyalizme ve kapitalizme karşı verilmelidir" diyorduk. kadın sorunu bir yan çelişkiydi, ana çelişki sömürüydü. kadının giyim sorunu, emperyalizme karşı verilen mücadeleyi baltalamamalıydı!

peçesiz, başörtüsüz sokağa çıkan kadınlar artık açıkça, gözümüzün önünde dövülüyordu. bazı kadınların yüzüne kezzap atılıyordu.

biz ise hálá büyük laflar ediyorduk; bu tür olayları devrimin kaçınılmaz sancıları olarak görüp umursamıyorduk! "ittifak" "eylem birliği" gibi terimlerin peşinden koşup duruyorduk.

geçiş sancilari sandik

humeyni, "bütün sorunlarımızın sebebi, cemiyetimizdeki ahlaksızlıklardır. bunların kökünü kazımalıyız" diyor; genç mollalar terör estiriyordu. kitabevleri yağmalanıyor; gazete bayileri ateşe veriliyordu.

şiraz’da "islam mahkemesi" eşcinsel ve fahişe olduğu gerekçesiyle dört kişiyi idam ediyordu. benzer olay tahran’da da gerçekleşiyor, üç fahişe ve üç eşcinsel kurşuna diziliyordu.

sesleri ve görüntüleriyle erkekleri tahrik ettikleri için kadın spikerler televizyondan kovuluyor; uyuşturucu olarak görülen müzik yasaklanıyordu. alkol içen, kırbaç cezasına çaptırılıyordu.

şimdi düşünüyorum da, insan zamanla her türlü aşağılanmaya alışıyor galiba. hiçbirini görmüyorduk; basmakalıp analizlerimizin doğru olduğuna o kadar inanıyorduk ki!..

oysa toplum hızla dincileştiriliyordu. alınan her kararda "tamam bu sonuncusu" diyorduk. ama arkası hep geliyordu.

kızların evlenme yaşı 18’den 13’e düşürüldü. parfüm, ruj, saç boyası, mücevher gibi kadın malzemelerinin yurda girişi yasaklandı. kadın çamaşırı satan mağazaların vitrinlerine sutyen, kombinezon vs. koymasına bile izin yoktu.

kamu dairelerinde kadın memurlara tesettüre girme emri çıkarıldı.

aslında birçok aydın kadının üye olduğu kadın dernekleri vardı. onlar kendi küçük çevrelerinde "hamilelik tatilinin uzatılması", "eşit işe eşit ücret" gibi talepleri tartışıyorlardı.

biz aydınlar hep aynı düşüncedeydik: demokrasi ve özgürlüğe geçiş sancılarıydı bu tür vakalar! abartmaya gerek yoktu.

hepimiz "ana çelişki" üzerinde duruyorduk; öncelikle dışa bağımlılık ve ekonomik krizden kurtulmalıydık.

referandum oyunu

üç ay önce humeyni, paris’te komünistler de dahil olmak üzere her görüşün rahatça örgütleneceği bir demokrasiden, özgürlükten bahsederken, şimdi tüm solcu, milliyetçi ve liberalleri islam düşmanı ilan etmişti.

bu sözler üzerine ilk protestomuzu yaptık. mitingimize bir milyonu aşkın insan geldi.

mollaların en iyi siyasi stratejileriydi; işlerine gelmediği zaman hemen gündemi değiştiriyorlardı.

referandum meselesini gündeme getirdiler. halka soracaklardı: "islam cumhuriyeti’ni istiyor musunuz, istemiyor musunuz?"

kuşkusuz bu bir oyundu; halkın yüzde 65’inin okuryazar olmadığı bir ülkede kim ne anlardı cumhuriyetten?

yapılan propaganda belliydi; dediler ki: "islam’a evet mi, hayır mı diyorsunuz?"

biz bu oyunu biliyorduk ama şöyle düşünüyorduk: "önemli olan cumhuriyettir; serbest seçimlerdir; demokratik haklardır; özgürlüklerdir. islam cumhuriyeti bunu sağlayacaksa neden karşı çıkalım?"

ancak bazı küçük kesimler bu oyuna gelmemek için referandumu boykot ettiler.

sonuçta, "evet" diyen 20 milyon, "hayır" diyen ise sadece 140 bindi.

mollalar bu referandum sonucunu çok iyi kullandılar. güya tüm ülke yaptıklarını onaylıyordu. artık televizyondan sonra basın da ellerine geçmişti. sanki tüm muhaliflerin sayısı 140 bin kişi gibi gösterdiler. halbuki 20 milyon içinde bizim oyumuz da vardı. ama artık bizim sesimizin çıkmasına izin verilmiyordu.

halki anlayamadik

mollalar güçlendikçe saldırganlaştılar.

örneğin, tirajı bir milyon olan liberal "ayendegan" gazetesi’ni kapattırdılar. sıra sonra "keyhan" gazetesi’ne geldi; muhalif yazarların işten çıkarılmasını sağladılar.

tüm bu olanları protesto etmek için mitingler düzenlemeye başladık. ama iş işten geçmişti artık; insanlar yılmıştı, korkuyordu.

özgürlük, demokrasi ve bağımsızlık için ayaklanan halkın, bu kadar kısa sürede değişeceğini düşünememiştik.

sanmıştık ki, mollaların gerici yasalarına/kurallarına halk karşı çıkacak. halbuki tersi oldu; mollalar yasak, sansür getirdikçe arkalarından gidenlerin sayısı arttı.

örtünmek moda oldu!

tüm bunlara "gelip geçici bir fırtına" diye bakmak ne büyük yanılgıydı.

komünistlerden, solculardan, demokratlardan, milliyetçilerden sonra liberal islamcılar da zamanla mollaların hedefi oldu.

şah döneminden daha çok insan cezaevlerine konuldu; idam edildi.

milyonlarca insan canını kurtarmak için yurtdışına kaçtı.

kaçanlardan biri de bendim.

umarım bizim hatalarımızdan birileri ders çıkarır.

(not: bu metin, bahman nirumand’ın "iran" kitabından derlenmiştir.)

türkiye’nin iran benzerliği çok şaşırtıcı

önce bir tespit yapalım:

diyorlar ki, "türkiye, iran’a benzemez!"

yanılıyorlar.

bu nedenle gelin önce kısa bir tarih yolculuğu yapalım:

19. yüzyılda ingiltere’nin osmanlı devleti gibi iran üzerinde de nüfuzu vardı.

iki ülke de tarım ülkesiydi.

20. yüzyıl başında, -iran 1906; osmanlı 1908- askerlerin bastırmasıyla iki ülkede de meşrutiyet ilan edildi.

her iki ülke 1920’lerde yeni liderleriyle yönetildi:

iran’da subay rıza han (pehlevi), "ormancılar ayaklanmasını" bastırıp yönetimi devirerek kendini "şah" ilan etti.

türkiye’nin lideri ise iç ve dış düşmanları yenen mustafa kemal atatürk’tü.

her iki lider de ülkelerinin tarihlerinde görülmedik boyutlarda, modernleşme ve reform politikalarını uygulamaya koydu. ülkelerini eğitim sisteminden hukuk sistemine kadar laikleştirmeye çalıştılar. kılıf kıyafet devrimi yaptılar.

bu reformlara her iki ülkede de karşı çıkan pek olmadı; sayıları az olmakla birlikte muhalif olanlar da çok ağır cezalara çaptırıldı.

iran 1940’ta, türkiye 1946 yılında parlamenter demokrasiye geçti.

iran’da 1951’de, türkiye’de 1960’ta "milliyetçi/ulusalcı solcu" askerler darbe yaptı.

iran’da başta petrol olmak üzere millileştirmeler yaşanırken, türkiye de dışa açıldı, yabancı sermayeyi kabul etti.

cia, iran’daki darbeci musaddık’ı yıktı. yerine tekrar şah rıza pehlevi’yi getirdi. şah bütün partileri kapattı, liderlerini hapsetti.

türkiye, 1961’de demokrasiye döndü, seçimler yapıldı.

1960’lı yıllar, her iki ülkede de sol, milliyetçi ve islamcı hareketin ivme kazandığı dönem oldu.

aynı dönemde her iki ülkenin siyasi ve iktisadi olarak dışa bağımlılığı arttı. abd "abi" rolündeydi. düşman ise komünizmdi.

her iki ülke de solcularını ezmek, yok etmek için her yola başvurdu. devlet güçleri, sola karşı diğer güçlerle ittifak yaptı.

sol muhalefetin ezildiği dönemde islamcı hareketler güçlendi.

yeşil kuşak projesi

burada meseleye daha geniş açıdan bakıp, 1970’li yılların son dönemini bir hatırlayalım.

sovyetler birliği, afganistan’a girmişti.

abd’nin kontrolündeki şah, iran’ı terk etmişti. türkiye’de büyük bir sol dalga vardı.

soğuk savaş döneminde siz abd’nin yerinde olsanız ne yaparsınız?

iran’da sovyetler birliği yanlısı solculara karşı mollaları desteklediler.

türkiye’de 12 eylül 1980 askeri darbesini yaptırıp, islamcıları kuvvetlendirerek solu ezdirdiler.

abd, şah’tan umudunu kesince mollaları destekledi. iran’da mollaları yok etmek isteyen askerlerin elini kolunu bağladı.

şah rıza pehlevi, ölmeden birkaç hafta önce, "amerika ve ingiltere yerine muhalefeti yok etmek isteyen askerleri dinleseydim, ülkeyi terk etmek zorunda kalmazdım" diye açıklama yaptı.

abd, sovyetler birliği’ni islam ülkeleriyle kuşatıp içindeki islamcı halkları ayaklandırarak yıkacağını hesaplıyordu.

bu nedenle iranlı subaylara hep engel oldu.

örneğin: şah gittikten sonra, ülkenin başında kalan sosyal demokrat başbakan bahtiyar "islam cumhuriyeti’ne izin vermeyeceğim" diyordu.

genelkurmay başkanı karabagi, bahtiyar’ı destekliyordu.

bahtiyar, abd ve ingiltere’ye danıştı. tabii ki destek alamadı.

mollalar şanslıydı; dünya siyasal konjonktürü onların lehineydi.

sonunda humeyni, tahran’a geldi. yerleştiği "refah okulu"nda, liberal-islamcı mehdi bazargan’ı başbakan ilan ettiğini açıkladı. abd ve avrupa bu "ılımlı islamcı" atamadan mutlu oldu.

ancak mollalar güçlendikçe iktidara yerleşti.

son hedefleri, halkın oylarıyla cumhurbaşkanı olan liberal müslüman beni sadr idi.

askerler bu kez beni sadr’ın imdadına yetiştiler; darbe yapabileceklerini söylediler. sadr darbe istemedi ve yurtdışına kaçmak zorunda kaldı.

mollalar iktidara yerleşti. "ilımlı islam" istemiyorlardı!

destek esnaftan

iran tarihine bakıldığında, mollaların devlete karşı ayaklandığı görülmemişti. sadece 1963’te şah, mali kaynaklarını yok ettiği için ilk protesto eylemini gerçekleştirmişlerdi. bu nedenle humeyni, türkiye’ye sürgüne gönderilmişti.

durum aslında bizim nakşibendiler’e benziyor, onlar da hep devletin yanında olmuşlardı. neyse...

türkiye’deki islami hareketler ile iran’daki mollaları destekleyen güçler arasında benzerlikler var mıydı?

yapısal farklılıklar olsa da taban aynıydı:

mollaların ülke içinde en büyük destekçisi, iç ticaretin üçte ikisini, ihracatın üçte birini elinde tutan ve geleneksel değerlerin savunucusu bazar esnafıydı.

mollalar ayrıca liberal-burjuva çevrelerinden de destek gördü. bunun sebebi, özerklik için harekete geçen azeri, kürt, beluciler gibi etnik unsurların başlarının hemen ezilmesi talebiydi.

ve tabii, din adamlarının siyasal örgütlenme gücünün en büyük dayanağı ise, cami komiteleriyle girdikleri yoksul mahallelerdi. camiler cihat birliklerinin hücre evleriydi. kısa bir süre öncesinin solcu varoş mahallelerinin yoksulları akın akın mollaların arkasından yürüyordu artık.

şimdi tekrar başa dönüp soralım: türkiye, iran’a benziyor mu?



camurhan
fakir ve okutulmamis halkin sadece yardim paketleriyle degil, camii ve inanc baglaminda da sikistirilmasiyla, kürt kökenlilerin hergün asker sehit düserken oylari alinsin diye sinir ötesi bir harekata bile yanasilmamis oldugu, kodamanlarin agizlarina parmak parmak bal calarak, japon kadinlarindan yabanci sermaye getiriyortuz ayagina borclanilarak, elde avucta kalan özerklestirilebilecek olmasina ragmen özellestirilen kitlerle, egitimin yönetici kadrosunun %38’nin din hocası olmasıyla, ramazan’daki bir aylık müslümanlıklarla, muhalefet olanın bastirilmasiyla hamas-vari bicimde gerceklesebiecek durum.
siyasal islam hicbir zaman özgürlükcü olmadi. bu özgürlükcülügü kendi evlerindeki demokratik tutumdan, partilerinden, aralarindaki kulluk mertebelerinden anlayabilirsiniz.
durum ciddi. aymazlık devam ediyor.
kekec
"türkiye, iran’a benzemez!" diyerekten olayı anlatan adam gibi herşeyin bir geçiş evresi olduğunu düşünmemek lazım, iran halkı hatayı orda yapmış hiçbir zaman bir insanoğluna bir yönetim şeline tam destek hep destek politikasını uygulamayacaksın çünkü hiçbirşey hiçbir zaman dört dörtlük olmaz, eğer işin içinde insan varsa...

güçlü olan sağcı daha radikalleşir, güçlü olan solcu da radikalleşir... bunun bir orta noktası yoktur...

bu yüzdende her zaman uzlaşma yanlısı değilimdir iktidarı korkutan bir öge olmalıdır...

fakat birkaç konuda soner yalçın’ın düşünceleri hatalı türkiye her zaman daha avrupai bir devlettir irana göre ayrıca iranda bulunan molla sistemi türkiye’de yoktur... mollalar kritik bir konumdadır...

(bkz: ne olursa olsun tedbiri elden bırakmamak lazım)

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol