dostluk

aello
günlüklerden sıkılmıştı artık sonunda.
bir yerlere saçma sapan kişisel şeyler karalamak yetmiyordu içini boşaltmak için. ne yapacağını şaşırmış, öylece oturdu defterinin başında.
birden aklına geliverdi günlüğünden de yaşlı hatıraları.
geri dönmek istedi onlara bir an, çok küçük bir an ama.
o kadar garipti ki, o dönemde yaşadığı bütün duygular doluvermişti içine o saniyede; özlemişti…

haziran ne kadar güzeldir, kimileri doğar, kimileri doğanın yaşamına girer…
kızın canı o haziran sabahı da sıkkındı gerçi, günün ona neler getireceğinden habersiz…
rutin yaşam;
sabah duşları,
öğleden sonra buluşmaları,
akşam migros’ları…
her rutinden daha farklıydı aslında bu üç öğün; kız, onlar olmadan aç kalacağının farkında değildi.

bir dostla başlamıştı her şey.
ilkin, dostu olacağını bilmeden çağırdı yanına, ukalaca.
geldi yanına ikircikli, merhabalaştılar, akşam görüşelim dedi kız, tamam dedi.
akşam oldu, şans eseri gördüler birbirlerini…
o gün bugündür, yaz geceleri onların oyuncağı oldu, iki kardeşin paylaştığı gibi…
“ne yıldızı yahu, ankara’ da yıldız mı olur? geceleri üç beş bir şeyler parlar, biri de ay zaten…” diyerek izlerlerlerdi gecenin göğsünü ve baygın baygın yatarlardı güneşin kavurucu sıcağında, ellerinde biralarla.

kızın bir kağıdı, bir kalemi, bir de kayığı vardı. kalemiyle çizmişti bu kayığı defterinin sayfalarına. her yerde o vardı zaten; havada, karada, suda, uzayda…
yazıp dururdu, saçma ya da anlamlı, fark etmeden.
ilk okutacağı insan da, yaz şansının ona getirdiği rüzgar parçasıydı.
dost demeye çekinmiyordu ona artık.
o dost, kıza öyle bir armağan verdi ki, hayatının sonuna kadar unutamayacağı, vaz geçemeyeceği, hayatının bir parçası olacak ve ona her kapıyı açtıracak bir anahtar, bir kaynak tutuşturdu ellerine; mavi kitaptı bu.

hediyelerin en kutsalı, yolların en gizemlisi, en güçlü silah ve en şefkatli anne sevgisi, bilgiyi gösterdi ona; onu -uzay gemisi mi desem belediye otobüsü mü, bilemediğim- kayığına bindirdi ve sularında özgürce kürek çekmesini söyledi ona, ağzını bile kıpırdatmadan.

inanılmaz bir şehvet, anlatılmaz bir tutkuydu bu. yüreğinin içini doldulan bir şelale gibi akıyordu bilgiler damarlarında, ve sürekli yenileniyordu soruları, sorguları kızın, her yeni soluğunda.

sonra bir karanlık aylar çemberi geldi ki, sorma. belli etmediğini sanıyordu küçük, kimseye içindeki büyük karaltıları. kız görüyordu ama çocuğun kara gözlerinden. o gözler öyle kara, öyle saydamdı ki, kız baktı mı, aklından geçeni, geçmeyeni görürdü; anlatmasına gerek yoktu yani, anlıyordu onu…
bu durakta fazla durmayalım, otobüs çoktan geçip gitti bile. o otobüsler gibi ikisinin de hayatından pek çok şey geldi ve geçti. ama hiçbiri için “keşke olmasaydı” demedi ikisi de. yaşadıkları birer deneyim; yıkılışlarla gelen kuvvet, kuvvetlerle gelen özgürlüklerdi çünkü. gün geçtikçe birbirlerine benzemeye başladı bu farklı anaların iki –öz kardeşi.

bir gün bir ayrılık çattı kapılarına, göz yumdular hayatın oyunlarına, açıktıklarında birbirlerini görmek umuduyla…

bu başlıktaki tüm girileri gör

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol