ahmet altan

2 /
cyranonunburnu
en fazla olarak abd de kullanılan best seller pazarlama stratejilerinin türkiye’de ilk olarak uygulandığı yazar. deri ceketli bilboard reklamlarını, ’aşkı kimse onun gibi anlatamadı’ sloganlarını hepimiz hatırlarız. bence türkiye de bu kadar seveninin olmasının yanında daha da fazla sevmeyeninin bulunması temelde bu özelliğine dayanıyor. peki kitap reklamı yapmak neden kötü? aslında bunda kötü bir durum yok zira reklam olgusunu herşeyin meta olarak kabul edildiği bu ekonomik sistemde elbetteki sanat ürünlerinden ayıramayız. bu yüzden sorun bir reklamın yapılıp yapılmaması değil bu reklamın nasıl yapıldığıdır. ahmet altan’ edebi yeteneklerini ve siyasi görüşünü bir kenara bırakacak olursak zaten bir pop yıldızı (misal mirkelam) gibi butun ana haber programlarında, reklam kuşaklarında ve basında bir anda aşk, kadın ve insan halleri üzerine en buyuk otorite ilan edilmesi beni başlı başına rahatsız etmeye yetiyor. hele bu rahatsızlık, kitaplarında kullandığını denemelerinde kullanan denemelerinde kullandığını kitaplarında kullanan bir tarz sahibi olmaktan çok kendini tekrar eden, cinselliği toplumdaki tabulara ve töre adını verdiğimiz baskıya bir muhalefet aracı olarak değilde çok satmak için kullanan bir yazar olmasıyla birleşince yazara karşı bir tepkiye dönüşmüştür.

ahmet altan’ın siyasi macerası ise bir başka alemdir. babasının geleneğine bağlı olarak gençlik yıllarında sol ile çok içli dışlı olmuş fakat bu birlikteliğini sudaki iz isimli yasaklanmış kitabıyla bitirmiştir. - bu arada kitabın yasaklanmasının sebebi sert nuhalif fikirleri değil pornografik cinsel örgüsüdür- ahmet altan bu kitabındaki cinselliği ise yuksek ahlakçılığıyla övünen türk solunu bir nevi küçük düşürmek için kullanmıştır. 90 larla beraber popularitesi de yavaş yavaş artmaya başladıkça özellikle kürt sorunuyla ayrı olarak ilgilenmeye
başlamış sonraki dönemlerde bu ilginin alanı kişesel özgürlükler olarak genişlemiştir. numaracı cumhuriyetçilerin önde gelenlerinden biri olan kardeşi mehmet altan ile beraber muhalefet alanı daha çok kemalist devrime yönelmiştir. butun bu kargaşadan aklımda kalanlar ise ahmet altan’ın içinde bulunduğu toplumun bireylerine olan uzaklığıdır. bu ülkenin kendine özel herhangi bir durumu, konumu olabileceğine şiddetle karşı çıkmaktadır. özgürlük ilkesinin butun bedellere rağmen tam teşekküllü uygulamada olmasını savunmasında herhangi bir yanlışlık olmasa da özgürlük kavramından ne anladığı tartışmalıdır. ayrıca kitapları yurdışında pek tanınmasada avrupa da sevilen bir yazar olması ve bu durumun salman rüştü’yle olan benzerliği onu sevenler tarafından düşünülmesi gereken bir durumdur.
darkofdirt
#231970
sevgili tiryakinin bize ulastırdıgı ahmet altan yazısı...

bu adamı düşünmek için son derece önemli bir materyal!

kıt bir mantıgı oldugu acık yazısından!
ülkedi acıklıgı dile getiriyor,kendisi bir seyi atlıyor!

ülkenin cumhuriyetten sonra beraber(el ele) yükselmesi ve doguya gönüllü giden doktorlar,ögretmenler yani yurdum insanı....

peki bu acıklıgın nedeni gercekten istenilen haklarmı!!

bunlar ancak cocukları kandırmak için!

ahmet kayayı ahmet kaya yapan kürt milletimi sadece!

peki bu ırkcılıga son verecek olan anayasada değişicek olan haklar mı gercekten!

bu ayrım ne zaman,nasıl,niçin cıktı!?

bizler büyük bir ayrımdayız evet aydınların öldüğü bir zamandayız!

emre kongarın dediği seyi lütfen duyalım!

’’türkiye’yi aydın seviyeye tasıyacak sey cumhuriyetin kuruldugu dönemdir!o azim ve yüksek bakıs acısını tekrar elde etmek!’’




proserpina
kristal denzialtı kitabıyla beni benden alan kişilik..

"ilişkiler içinde en çok hastalıklı olanları severim, ateşimin yükselmesini, sayıklamalarımı, kabuslarımla hayallerimin birbirine karışmasını, en dokunulmaz yerlerimde hissettiğim sızıları.
hastalığının bütün kıvrımları, hastalığımın bütün kıvrımlarıyla öpüşen bir kadınla denizaltıma binip çıktığım yolculukları. solgun bir sabah vakti insanların arasından ayrılışımı. hiçbir yere gitmeyen bir denizaltının içinde, hiçkimsenin gitmediği yerlere gitmeyi. birçoğumuz çıktık bu yolculuğa.evet, sevdiğimiz hasta biri. evet, bu ilişki hastalıklı. ama bunu ne önemi var. hastalıklarımız birbirini tutuyorsa,öpüşen dudaklar gibi değiyorsa hastalıklarımız birbirine...
benim de o kristal denizaltıya binmişliğim var.
süt buğusu gibi solgun maviliğin yayıldığı ıssız bir sabah vakti, dönüp dönmeyeceğini bimediğin bir yolculuğa çıkmak için ürpertilerle binip, kapaklarını kapatırsın.
eğer dönersen başka biri olarak döneceksindir yolculuğundan.
o denizaltı bir yere gitmez.
giden sensindir.(...)"
cre
yıllar önce alkım kitabevi nden çıkan bir kitabı için kadıköy ün her yerine sudan ucuz bir fiyat asılmış, beni de "bu fiyata kitap mı olur lan" diye düşündürtmüştür. bu olaydan yıllar sonra (şimdiden yine de yıllar önce) yeni tanıştığım birinin bir muhabbet üzerine çantasından bu kitabı çıkarıp ordan bir bölümü okutması üzerine kitabından fiyatı ve popülerliği yüzünden soğuduğuma bin pişman olduğum insandır.
axin ciwan

kendini öldürmek

doğaya bakarsanız birbirini öldüren hayvanlar görürsünüz. tarihe bakarsanız birbirini öldüren insanlar görürsünüz.

daha yaradılışlarında bu iki farklı canlı türü, cinayeti ve vahşeti kendi ortak kaderleri olarak getirmişlerdir dünyaya.

binlerce hatta milyonlarca yıldan beri bu cinayetlerini sürdürürler.

hayvanlar hiç değişmemiştir, binlerce yıl önce ne yapıyorlarsa bugün de onu yaparlar.

birbirlerini yok ederek doğanın hayat çemberini çevirirler.

insanlar ise bir yandan doğayı kullanarak doğaya bir şeyler katarlar, bir yandan da bu vahşetten arınmaya uğraşırlar.

hiçbir toplum vahşetten tümüyle arınamamıştır.

ama toplumların vahşetten arınma çabaları, şiddeti hayatın içinden çıkarma uğraşları, öldürmeyi yüceltilecek değil de kınanacak bir eylem olarak görme eğilimleri toplumlar arasındaki "gelişmişlik" farkını yaratır.

gelişmişliğin ölçüsünü belirleyen o toplumların zenginlikleri değil onların vahşete yaklaşım biçimleridir.

savaşlar, cinayetler, suikastlar insan ruhundaki şiddetin en kanlı ve en keskin biçimde ortaya çıktığı noktalardır.

toplumları, bu konulardaki tavırlarıyla ölçebilirsiniz.

şimdi ben size, basitliği beni bile utandıracak kadar basit bir soru sorayım izninizle.

bu basitliğimi bağışlayın, ben gerçekleri ancak böyle sıradan sorularla kavrayabiliyorum.

ben kurtuluş savaşı’yla ilgili bir film çekebilir miyim?

elbette çekebilirim.

peki bu filmde ne anlatabilirim?

türk askerinin kahramanlığını.

yunan askerlerinin kahramanlığını anlatan bir film çekebilir miyim?

böyle bir film çekersem beni över ve ödüllere aday gösterir misiniz?

bunun gerçekçi cevabı "hayır"dır.

yunanlıların kahramanlıklarını anlatan, tümüyle yunanca bir film çekip, türk askerlerinin iki yunan esirini nasıl acımasızca öldürdüğünü göstermeye kalksam bunu hoşgörüyle karşılamazsınız.

böyle bir işe kalkışsam çok büyük bir ihtimalle "türk düşmanı olmakla," "satılmışlıkla," "hainlikle" suçlanırım.

peki ama niye?

niye ben yunanlıların kahramanlıklarını anlatamam?

hiç mi kahraman, yiğit, cesur yunan askeri yoktu o savaşta? hiç mi hayatını tehlikeye atan, ölümün üstüne yürüyen birileri çıkmadı yunan ordusunda?

bütün kahramanlıkları türkler mi yaptı?

aslında bu soruları sormak bile cesaret istiyor bugün bu ülkede, bunu biliyorum.

bu soruları sorabiliyorsam, yunanlıların da kahramanca dövüşmüş olabileceklerini söylüyorsam bu benim cesaretimden kaynaklanmıyor.

bunu yapabilmiş olan birini görmemden kaynaklanıyor bu cüretim.

clint eastwood’un "iwo jima" filmini gördüm. tümüyle japonca çekilmiş.

japon askerlerinin korkularını da, inanılmaz cesaretlerini de, amerikalılara karşı nasıl son askerlerine kadar dövüştüklerini de, amerikalıların japon esirlerini vurduklarını da bir amerikalı anlatıyor.

tarihin en büyük vahşetlerinden birini gerçekleştirerek japonların üstüne atom bombası atan, vietnam’da kanlı kıyımlar yapan, irak’ta ölümcül bir karmaşa yaratan amerika, bütün bunlara rağmen dünyanın en gelişmiş ülkelerinden biri kabul ediliyorsa, bunu politikacılarına, liderlerine, askerlerine, ordusuna, silahlarına değil clint eastwood gibi sanatçılarına borçlu.

bu filmi yapan adamı oscar’a aday gösteren o inanılmaz hoşgörüye borçlu.

amerikan toplumumun bu filmin oynadığı sinemaları yakmamasına, eastwood hakkında "amerikalılığa hakaretten" dava açılması için gösteriler düzenlememesine, bu ünlü sinemacıyı "ölümle" tehdit etmemesine borçlu.

kongre’de "bu adam bizi sırtımızdan bıçaklıyor" diye bağıran politikacılarının olmamasına borçlu.

amerikan devleti dünyanın bütün devletleri gibi hatta çoğundan daha fazla vahşi ama o vahşetin kaynağı olan toplumda, o vahşeti temizlemeye çalışan, o vahşeti eleştiren başka bir yapı daha var.

amerika ile türkiye’yi kıyaslarsak, aramızdaki farkı politik liderler, siyasetçiler, askerler yaratmıyor, aramızdaki fark clint eastwood’un yaptığı film.

o filmde japonlar "düşman" değil.

o filmde japonlar "insan."

akılsızları var, korkakları var, cesurları var, akıllıları var.

amerikalı bir sanatçı yaptığı filmde "düşmanı" "insana" dönüştürüyor.

biz "düşmanımızı" "insan" olarak anlatabilir miyiz?

iwo jima filminde yaşananların üzerinden yaklaşık 60 yıl geçti.

biz ondan çok daha önce olan birinci dünya savaşı’nda ve sonrasında yaşananları, "düşmanlarımızı" "insan" olarak gösterecek bir biçimde anlatabilir miyiz?

ermeni tehcirinin filmini, "ermenileri" korkularıyla, cesaretleriyle, yiğitlikleriyle, başlarına gelen felaketlerle göstererek çekebilir miyiz?

ya da çok cesur ve akıllı bir yunan komutanını anlatabilir miyiz?

anlatamayız.

niye?

niye anlatamıyoruz?

niye böyle bir film yapmaya kalksak büyük bir tepkiyle karşılaşırız?

eğer biz "kurtuluş savaşı’nda topraklarımızı ve özgürlüğümüzü savunuyorduk, bizim davamız kutsal bir davaydı, saldırganları neden cesur insanlar olarak göstermek isteyelim" dersek.

amerikalılar da "japonlar topraklarımıza saldırarak yüz binlerce çocuğumuzun öldüğü bir savaşa sürüklediler bizi, biz sadece kendimizi değil bütün dünyanın özgürlüğünü faşizme karşı korumak için savaştık, niye saldırgan faşistlerin insani yanlarını gösterelim ki?" diyebilirler.

bunu söylediklerinde bizden daha az haklı olmazlar. ama böyle bir filmi oscar’a aday gösterebiliyorlar.

biz o filmde bir amerikan esirini öldüren japonları da, bir japon esirini öldüren amerikalıları da görüyoruz.

"hiçbir işe yaramayan bu çorak ada için ölmeye değmez" diyen japon askerini de.

"aslında en iyisi bu adayı denizin dibine yollamak, bu adada hiçbir şansımız yok" diyen ve gerçeği görmesine rağmen o adaya gönüllü gelen olimpiyat şampiyonu bir japon subayını da görüyoruz.

amerikalılarla çarpışmak için en doğru, en akıllı stratejiyi oluşturan cesur japon generalini de.

o generalin akıllıca verdiği emirleri onun "amerikan sempatizanlığına" bağlayıp, emirlerine itaat etmeyerek birçok askerin ölümüne neden japon subaylarını da seyrediyoruz.

yaralı bir amerikalı esirle dostça sohbet eden japon subayını da.

o amerikalı esire annesinin gönderdiği mektubu okuduklarında, "onun annesi de benim annem gibi yazmış" diyen japon askerini de izliyoruz.

cesareti akıldan üstün tutan japon subayları olduğu gibi.

cesarete aklı da katan japon subayları olduğunu da anlıyoruz.

ve, şunu fark ediyoruz.

bugüne kadar yapılmış bütün amerikan filmlerinde biz amerikan askerlerini japonlara karşı tutarken.

bu filmde japonları amerikalılara karşı tutuyoruz.

ve, amerikalılarla japonlar arasında bir fark olmadığını anlıyoruz.

hepsi insan.

zaaflarıyla, cesaretleriyle, korkularıyla, vahşetleriyle insan onlar.

işte bunu anladığımız anda.

ruhumuzdaki vahşet siniyor.

neredeyse yok oluyor.

çünkü vahşet ancak "düşmanın" insan olduğunu unutmakla ortaya çıkabiliyor.

"düşmanın" da bir insan olduğunu.

bir annesi, bir babası.

sevdiği bir çocuğu.

kaygıları.

korkuları.

aşkları olduğunu fark ettiğimizde artık ona düşman olamıyoruz.

onu rahatlıkla öldüremiyoruz.

düşmanımızın bir insan olduğunu kavradığımız anda, içimizdeki vahşetle dövüşen bir başka benliğimiz, belki de gerçek insan yanımız başkaldırıyor.

savaş ve cinayet anlamsızlaşıyor.

zaten bu yüzden dünyadaki bütün politikacılarla askerler, "düşmanın" da insan olduğunun söylenmesini istemiyor.

zaten bu yüzden dünyadaki bütün gerçek sanatçılar "düşmanın" da insan olduğunu anlatmaya uğraşıyor.

bir toplumda, "düşmanın da insan" olduğunu kavrayanların sayısı ne kadar artarsa o toplumun gelişmişliği de o kadar artıyor.

o zaman tarihindeki savaşlarla, cinayetlerle övünmüyorsun.

tarihteki bütün savaşların ve cinayetlerin kurbanlarının "insanlar" olduğunu, onların da sana benzediklerini, senin gibi acı çektiklerini, senin gibi korktuklarını, senin gibi cesur olduklarını, senin gibi sevdiklerini fark ediyorsun.

bunu fark ettiğinde bir "düşmanı" öldürmek kendini öldürmek gibi oluyor.

kendi benzerini öldürmek.

bunun iyi bir şey olmadığını anlıyorsun.

biz, işte bu yüzden öldürdüklerimizin insan olduğunu anlatan filmler çekemiyoruz.

anlatırsak.

onların da insan olduğunu kavrarsak.

düşmanlığımızı sürdüremeyiz.

onlara kinlenemeyiz.

kendimizi dünyanın diğer insanlarından ayıramayız.

onlardan daha akıllı, daha cesur, daha kahraman, daha yiğit, daha haklı olduğumuza inanamayız.

"önce onlar bizim düşman değil insan olduğumuzu kavrasınlar" diyerek kendi gelişmişliğimizin önüne başkalarının "düşmanlığını" bir engel olarak koyamayız.

içimizdeki vahşeti daha fazla besleyemeyiz.

o zaman yeni cinayetler işlenemez.

suikastlar düzenlenemez.

sanatçılara saldırılamaz.

ve, burası bambaşka bir ülke olur.

gelişmiş bir ülke.

şimdi bir yoklayın içinizi bakalım.

kurtuluş savaşı’nda öldürülen bir yunanlıyı, tehcirde öldürülen bir ermeni’yi, dağda vurulan bir kürt’ü "insan" olarak görebilecek misiniz?

onların öldürülen bir türkt’en hiçbir farkının olmadığını içinize sindirebilecek misiniz?

eğer görür ve sindirirseniz.

bu gerçeği anlarsanız.

işte o zaman ölen herkes için üzülecek.

işte o zaman içinizdeki gerçek insanla karşılaşacaksınız.

ahmet altan
dersaadet
kendi kafasında yarattığı tanrıya inanan, yazılarının özellikle romanlarının ekserisini cinsellikle besleyen, -ki burda da bu adam ya müthiş bi cinsel yaşamı var tecrübelerini aktarıyo, ya da bu konuda şanssız kurgulayarak tatmin oluyo gibi bi muamma sözkonusu-, yazar. isyan günlerinde aşk, içimizde bir yer, yalnızlığın özel tarihi, kristal denizaltı okuduğum kitaplarıdır. altı çizilesi, hafızaya alınası cümleler defterlerimde uzunca yer işgal etmiştir.
salome
kose yazisindaki hatali bir bilgiyi duzelten okuruna tesekkur etme nezaketinde bulunamayan, ordan burdan toplamalarla kendi capinda birseyler karalayan "yazar".
elma sekeriiii
40. oda
ne kadarınız gerçek sizin,
kırk odalı şatonuzun kırkıncı odasındaki
kilitler altında sakladığınız gerçek
duygularınızla,
gerçek düşüncelerinizin ne kadarı yansıyor
hayatınıza,
söylenmeyen neler var kuytularda,
hani kendinizden bile sakladığınız,
bir sinir kriziyle ya da büyük bir acıyla
yahut da muhteşem bir sevinçle kabuğunu çatlatıp da
ortalara dökülecek neler biriktiriyorsunuz
içinizde...???
ne kadarınız kendi sahtekarlığınızın esiri?
sevip de söyleyemediğiniz,
özleyip de açıklayamadığınız
ya da sevmeyip de sevginizin eksikliğini içinize
gömdüğünüz oluyor mu,
korkaklıklar var mı,
kalleşlikler var mı,
yoksa diplerde saklanan cesaretiniz bir işaret mi
bekliyor...???
göründüğünüz insan mısınız siz,
yoksa bir define arayıcısı hazineler mi bulur
içinizde
ya da yıkılmış bir kentin harabelerini mi
taşıyorsunuz?
derununuzda neler saklıyorsunuz?
ne kadarınız gerçek sizin?
ülkenizle ilgili düşüncelerinizi söylüyor musunuz,
yoksa başınızı belaya sokmayacak kadar akıllı mısınız,
gerçek düşüncelerinizi başbaşa konuşmalara mı
saklıyorsunuz,
açıkça konuşanları biraz aptal buluyor musunuz?
günahlardan yapılmış hayaller var mı içinizde,
günahtan korktuğunuzdan bunları saklayıp
tanrıyı mı kırmaya uğraşıyorsunuz?
günahları sevmiyor musunuz, seviyor musunuz
yoksa...???
uzun bir yolculuğa çıkar gibi
duygularınızla düşüncelerinizi denklere
sarıp da içlerinizde bir yerlere mi
yerleştirdiniz,
bir gün yolculuk bitince açmayı mı düşünüyorsunuz
aslında yolculuğun hiç bitmeyeceğini ve
denklerinizi
hiç açmayacağınızı bilerek...
bir gün çıldırsanız da
bütün duygularınızla düşüncelerinizi açıkça
söyleseniz,
neler duyacağız sizlerden,
gizli palyaçolar mı çıkacak ortaya,
yoksa korkaklığın altında,
bir istiridyenin içinde büyüyen inciler gibi
büyümüş yiğitlikler mi?
kızgınlıklarınız yok mu sizin,
öfkeleriniz, isyanlarınız?
aşklarınız yok mu?
kendi sahtekarlığınıza ne kadar esirsiniz?
esaretten kurtulsanız da gerçekler dökülse ortaya,
kendinize şaşar mısınız,
hiç düşündüğünüz oluyor mu kırkıncı odada neler
var diye, hangi unutulmaya çalışılmış sevgililer,
dile getirilmeyen özlemler,
söylenmeye söylenmeye birikmiş öfkeler,
hangi boşvermişlikler,
hangi inkar edilmiş arzular yatıyor diplerde?
ne kadarınız gerçek sizin?
kimselerden korkmadığınız kadar korkuyor musunuz
kendinizden?
şehrin ışıklarının bulutlara yansıdığı
turuncu pırıltılı külrengi bir gecede,
şimşeklerle boşanan yağmur başladığında
şatonuzun odalarında bir gezintiye çıkıyor musunuz,
ağır ağır yaklaşıp o kırkıncı odaya
açıyor musunuz
kapıyı usulca, gördükleriniz ağlatıyor mu sizi,
bu kadar gerçeği o odada saklayıp,
hayatı yalan yaşadığınızı farketmek nasıl bir
sarsıntı yaratıyor?
yoksa, ne gökyüzüne vuran ışıklar, ne yağmur, ne de
ıssız gece,
sizin kırkıncı odaya yaklaşmanızı sağlayamıyor mu,
korkuyor musunuz kendi gerçeklerinizden,
kırkıncı odanız size de mi kapalı,
kendi kendinize bile mahrem misiniz?
ne kadarınız gerçek sizin?
ne kadarınız kendi sahtekarlığına esir?
bıktığınız olmuyor mu kendi yalanlarınızdan,
hiç kendinizden sıkıldığınız olmuyor mu,
kendinizi bir yerlerde terkedip de gitmek
istemiyor musunuz,
bütün yalanlarınızdan uzak bir yere?
şöyle rahatça bütün duygularınızı,
bütün düşüncelerinizi söyleyebileceğiniz bir diyara,
kendinizi bile yanınıza almadan.
ah aslında ben onu seviyordum diye ağlayacağınız
kimleri saklıyorsunuz koynunuzda,
yüksek sesle eleştirip de
içinizden hak verdiğiniz hangi düşünceler var,
kendinizi akıllı bulurken aslında gizlice kendi
korkaklığınızdan utığınızın itirafını nerelerde
gizliyorsunuz?
ne kadarınız gerçek sizin?
ne kadarınız kendi sahtekarlığına esir?
bunu hiç düşündüğünüz oluyor mu
yoksa bunu düşünmek bile yasak mı size?
neler var kırkıncı odada?
otuzdokuz odadan yapılmış hayatınızı,
kırkıncı odanın kapısını açmamak için yalan mı
yaşıyorsunuz?
niye yapıyorsunuz bunu?
açsanıza kırkıncı odayı yağmurlu bir gecede
belki...
belki de hiç açmazsınız,
kapalı bir odayla yaşarsınız bütün ömrünüzü,
kendinizden sıkılarak... belki kimseye göstermeden yalnızca biz açabilsek,yüzleşebilsek kırkıncı odamızla.....
benduruyorumsebagitti
"ah ahparik" başlıklı yazısında, "türk milletini soykırımcı, vahşi, ahlaksız göstermeyi amaçladığını" iddia eden bbp ankara il yöneticileri tarafından hakkında suç duyurusunda bulunulmuş.

o yazı:

"ah ahparik

sakın "onlar da bizi öldürdü" demeyin.
bunu söylemek gerçekten ayıp.

rus sınırındaki ermeni çetecilerle bursa’daki ermeni kadının, adana’daki yaşlı adamın, sivas’taki bebeğin ne ilgisi var...

ermeni olmaktan başka?

ittihatçılar insafsız bir soykırım gerçekleştirdiler.

çok insafsız.

bir an durun...

durun ne olur bir an.

ve, düşünün...

bir gece evinizde oturuyorsunuz, kapınız çalınıyor ve sizi zorla alıp götürüyorlar.

evinizin kapısı öyle açık kalıyor.

yollara düşüyorsunuz.

geceyarıları dağınık ve yorgun kalabalıklar halinde dağ yollarından geçiriyorlar sizi.

yanıbaşınızda ihtiyar bir kadıncağız çöküveriyor.

dipçikle vuruyorlar başına.

öyle kıvrılıp kalıyor.

ağlayan torununu kayalara çarpıyorlar.

masal mı sanıyorsunuz bunları?

siz teşkilat ı mahsusa’yı biliyor musunuz?

ittihatçıların o korkunç örgütünü?

hiç yanınızda karınızın ırzına geçtiler mi?

hiç kocanızı göğsünden vurup öldürdüler mi gözünüzün önünde?

bir gece evinizde oturup ailenizle yemek yerken sizi sırf türksünüz diye yerlerde sürükleyerek götürdüler mi?

sırf ermeni oldukları için yüz binlerce insana böyle yaptılar.

ermeni olmalarından başka hiçbir neden yoktu öldürülmeleri için.

bir vicdanımız var bizim.

aynı kandan geliyoruz diye katilleri, ittihatçıları, teşkilat-ı mahsusa’yı mı tutacağız yoksa başka bir ırktan bir bebeğin ölümüne mi ağlayacağız?

ne çok ermeni’yi kayalıklara yapıştırıp kurşuna dizdiler biliyor musunuz?

sırf ermeni oldukları için.

nehirlerde boğdular.

yorulup yere yıkıldığı için süngülediler.

öldürdükleri ermenilerin mallarını mülklerini yağmaladılar.

tatlı şiveli tombul bir ermeni gelinini, şakacı, koyu kara gözlü bir ermeni dudusunu, koca elleri yonttuğu taşlar gibi kabarmış yaşlı bir taş ustasını düşünün...

âşık bir ermeni çocuğunu...

çıtkırıldım bir ermeni hanımını...

düşünün bunları...

ve, bunları bir geceyarısı bir dağ yolunda düşünün.

açlar, yorgunlar, sefiller ve yalnızlar.

bitlenmişler.

hastalanmışlar.

ölüme doğru götürüldüklerini biliyorlar.

ölümlerine yürütüyorlar onları.

ve, öldürüyorlar.

yüz binlerce insan.

yüz binlerce insan.

irkları önemli mi gerçekten?

kocanızı göğsünüzden çekip alarak bir duvara dayadıklarını düşünün...

karınızı kolunuzdan koparıp bir kayanın arkasına götürdüklerini düşünün.

başlarına bunlar gelen insanlar için, onlar ermeniydi diye hiç üzülmez misiniz gerçekten?

bir an, bir kısacık an kendinizi onların yerine koyun.

o anı, o çaresizliği hissedin.

sevdiğiniz insanın öldürülmesinin ne demek olduğunu anlamak için bir içinizi yoklayın.

türk olduğumuz için insanların çekmiş oldukları acıları görmezden mi geleceğiz?

ittihatçılar çok günah işlediler.

çok insan öldürdüler.

bir soyu kırıp geçirdiler.

ve, biz yıllarca öldürülen bu insanların yakınlarına, sevdikleri için bir ağıt yakmayı bile yasakladık.

bir ağıtı bile çok gördük.

bize hep yalan söylediler.

"onlar da bizi öldürdü" dediler.

rus sınırında müslüman türkleri öldüren ermeni çeteciler vardı ve öldürdüler.

onlar da vahşiydi.

ama malatya’daki, bursa’daki, sivas’taki, maraş’taki, adana’daki kadınların, bebeklerin, erkeklerin, ihtiyarların ne alakası var rus sınırındaki çetecilerle?

ittihatçılar, onları sırf ermeni oldukları için öldürdüler.

sonra da öldürdüklerimizin torunlarına kızdık, "o günlerden" söz etmek istiyorlar diye.

sizin anneannenizi, babaannenizi, annenizi, babanızı öldürselerdi, bunu haykırmak istemez miydiniz?

kendinizi onlara borçlu hissetmez miydiniz?

boşverin ittihatçıları, katilleri, gizli teşkilatın kanlı silahşörlerini.

siz onlara değil, siz öldürülenlere yakınsınız.

insansınız siz.

ve, şimdi "onların" ülkesine gidiyoruz.

bilmem becerebilir miyiz ama...

o eski günlerin ansına biraz bizim de gözlerimiz yaşarsa ve "affedin" diye mırıldansak...

belki de hepimizin sırtından ağır bir yük kalkacak, belki de pos bıyıklı yaşlı bir ermeninin hayali, herkesin gittiği, hepimizin gideceği yerde bir anlığına kısacık gülümseyecek."

6 eylül 2008


kuru gurultuye terlik atan insan
artık yazdıklarının;
nereye çekildiği ile değil, ne demek istediğiyle şekillendirilebildiği gayet açıktır bu liboşun.

bir yerden alengirli, kimilerine göre sadece akıllıların anlayabileceği cümlelerle yaraya parmak basıyor gibi gözükürken; diğer yerden ise, tamamıyla laf cambazlığıyla, lafı dönüp dolaştırıp, türkiye cumhuriyeti’ ne sokmak istemesi, artık alışılır tutumlarından oldu bu sevimsiz yaratığın. kapısını çaldı mıydı da birileri, tırsıp ağlamaya başlar.. "verin misketlerimi geri diye" zırlak zırlak.
yasnaya polyana
taraf gazetesinde çalışan bir tanıdığıma göre: ahmet altan önüne gelen bağıran çağıran,kendinden yaşlı muhabirlere herkesin önünde fırça atan,küfürleri tüm binada duyulan, megalomanyak adımlarla oraya buraya yürüyen bir tipmiş. kimse de sevmezmiş. aşk yazarı mı dediniz? kelebekler, sevgi ırmakları, herkes kardeş, lay lay lom,...ben zaten zırt pırt aşk, sevgi, kardeşlik masalı yazanlardan oldum olası şüphelenmişimdir.
diğer örnek için (bkz: perihan mağden)
2 /

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol